22 Ekim 2007 Pazartesi

Kafası Karışık Kafa Karıştıran Bienal

Bu yıl onuncusu düzenlenen İstanbul Bienali’nde, "Sanat, Hiçbir Zaman Bu Kadar İyimser Olmamıştı..." denildi. Bu slogan iki ay boyunca gazetelerde, radyolarda, televizyonda, internette, hatta sokaklarda yani sponsorların elverdiği ölçüde karşımıza çıktı. Ardından gelen asıl “tema” de belleklerimize kazındı: “İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik.” Bir küreselleşme lafazanlığıdır giderken, savaşın gerçekliği elbet ortada; ancak bu iyimserlik – kötümserlik meselesi de ne oluyor ve bienalciler hangi cüretle bize iyimser olmayı salık veriyor?
İstanbul Bienali, 1987’den bu yana iki yıl arayla; uluslararası sponsorların desteğinde; kültür endüstrisi tekeli haline gelen İKSV yani Eczacıbaşı’nın atadığı, çoğunlukla yabancı bir küratör tarafından oluşturulup sunulmakta. Alışılagelmiş biçimlerden günümüz sanatına evrilen içeriğiyle “seçilenlerin seçtiklerinin seçtiklerini” izlediğimiz uluslararası bir güncel sanat olayı. Her iki yılda bir, kavram temelli güncel sanatı çatısı altına toplayan bienal ve dünyada gerçekleşen benzer etkinlikler, bize bir gerçeği işaret ediyor. Ortaya çıkışı otoritelere karşı olan avangard ruhlu kavram sanatı, bugün varlık nedenini reddeder biçimde, seçkinlerin seçtiği biricik sanat konumuna gelmiş, seçkinleşmiş durumda! Peki “devrimci sanat” nasıl oldu da bu noktaya gelebildi? Burjuvaziyle ilişkileri bağlamında 10. İstanbul Bienali’ne odaklanmadan önce, geçmişe küçük bir parantez açmakta yarar var.
2. Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş döneminde, avangard Rus sanatı yerini “sosyalist gerçekçi” olarak adlandırılan neo-klasist resmi sanat biçimine bırakırken ABD, sanatın önemini keşfetmiş ve sanatın merkezi değişmiş, Batı’ya kaymıştı. Yeni kıtada yeni emperyal gücün plazaların gölgesinde yarattığı ekonomik refah ortamında, yatırım dünyası sanatı desteklemeye başlarken piyasa ile sanatın kopmaz bağları oluşmuştu. Avrupa’nın yaşadığı benzer durum, sanatta da kendini göstermişti. Sanat, tarihinde hiç olmadığı kadar hızlı biçimde, ne olduğu ve nasıl olması gerektiği hakkında yeni sorular üretip birbirinden farklı cevaplar bulmaya çalışırken çeşitlenmiş ve başta reddedilen biçimler yatırımların desteğiyle kısa sürede hâkim sanat haline gelmişti. İşte; geçmiş deneyimleri reddeden, estetik bir obje olmanın ötesine geçme amacına sahip, dünyanın yeni durumu hakkında kafa yoran, eserin metalaşarak pazar malı olmasına karşı çıkan, alınıp satılamayacak biçimdeki sanat, bu girdaptan kendini koruyamamıştır.
Bugün, reklâm ve yüzde yüze varan vergi indirimlerinin yanı sıra şirketler, sponsorluk adı altında imajlarını cilalamak için sanata yatırım yapıyor. Bankalar ve daha birçok alana dair kapitalin yanı sıra, sanat için milyon dolarlar harcayanlar arasında petrol, tütün ve silah şirketleri başı çekiyor. Türkiye’de ise 1980’li yıllardan itibaren ekonomide devlet kapitalizminden liberal politikaya geçiş, azınlık için geçici bir refah ortamının yaratılması, günümüze uzanan süreçte tüm dünyayla benzer deneyimi yaşatmıştır. Bir statü öğesi olarak sanat nesnesi talep eden yeni kesimin ortaya çıkması sonucu sanat piyasası oluşmuş, Batı’nın güncel sanatı da henüz uygulanmaya başlanmıştır. Ancak özel sermayenin sanata desteği, sponsorluk adı altında 1990’lı yıllardan itibaren kendini gösterir. İstanbul Bienali, özetini geçtiğimiz büyük sermaye ile yeni teknolojilerle uygulanan son moda söylemlere sahip güncel sanat arasındaki ilişkinin ülkemizdeki gelişiminin izlenmesi açısından tipik bir örnektir.
10.su gerçekleşen İstanbul Bienali’nin ana sponsoru Koç Holding oldu. Koç ailesi, İKSV ile 10 yıllık sponsorluk anlaşmasını imzalarken aralarında basının da olduğu birçok kesim, sanata ulusal sınırlar dâhilinde böylesi büyük bir yatırımın yapılmasını tabiri caizse ayakta alkışladı! Bu yılki bienalin küratörü ise, Fransa’da yaşayan Çinli Hou Hanru idi. “İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik.” olarak belirlediği konseptin yanı sıra, seçtiği ana mekânlar için de ayrı konseptler belirlemişti Hanru. Yıkılması gündemde olan AKM için “Yakmalı Mı Yakmamalı Mı?”; yine kentsel dönüşüm planları bağlamında yıkılması düşünülen İMÇ için “Dünya Fabrikası”, Antrepo binası için ise “Entre Polis” ve “Rüya Evi”ni uygun bulmuştu. Bunların yanı sıra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin yeni kampusü Santral İstanbul ve Kadıköy Halk Eğitim Merkezi de bienal mekânlarındandı.
Mekânlar ve sergilenenleri kısaca özetlersek; Türk modernleşmesinin devlet tarafından inşa edilmiş tipik yapılarından AKM’de, binanın yıkılıp yıkılmayacağı bağlamında modernlik tartışmaları ele alınmaya çalışılıyor ve ancak diyebiliriz ki pek de başarılı olunmuyordu. Dikkat çekilmeye çalışılan söz konusu mimari ve ideolojik bağlam düzeyini aktaran, Doğu Bloğu ülkelerinden birkaçına ait “donuk” fotoğrafın dışında pek bir çalışma yoktu burada.
1961 – 67 yıllarında inşa edilen İMÇ, dönemin hareketli pazarı için uygun mekân iken bugün atıl bir işleve sahip. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesinin ardından hız kazanan kentsel dönüşüm sürecinde yıkılması doğrultusunda adı geçen İMÇ’nin yerine “Prestij Konutları” adı verilen, Osmanlı mimarisine sahip lüks villalar yapılması planlanıyor. Böylesi yakıcı bir tartışmanın öznesi binada gösterilen bienal kapsamındaki işler ise, teori ve pratik arasındaki uyuşmazlık noktasında AKM’deki başarısızlığı tekrar ediyordu adeta. Çoğunluğunu Çinli sanatçıların işlerinin oluşturduğu buradaki sergi, dokümanter ve politik tavırlarıyla öne çıkıyordu. Bu kaygan zeminde varlık gösteren politik söylemlerin kendisinin ve gösterim biçiminin doğruluğunu tartışmak, günümüz sanatı ile politikanın ilişkisini tekrar ele almayı gerektiriyor. Oldukça derin çelişkileri içinde barındıran bu konuya şimdilik girmeyip başka bir yazıya ertelemekte fayda var.
Bienalin üçüncü ana mekânı Antrepo No. 3, İstanbul Modern’e tahsis edilen antreponun hemen yanındaki. Büyük alana ve yüksek tavana sahip bu bina, bienali bienal yapan birbirinden “eğlenceli” ve “şaşırtıcı” dolayısıyla tipik işlerin bulunduğu esas mekândı. Sıkışık düzende sergilenen, çoğu video gibi teknolojik destek içeren onlarca çalışma burada yer alıyordu. Michael Rakowitz’in Irak işgalinin başladığı dönemde Bağdat Müzesi’nin yağmalanmasını anlatan “Görünmeyen Düşman Varolmamalı” gibi öne çıkan birkaç çalışma dışında Antrepo’daki işler, eğlencelik olmanın ötesine geçemiyordu.
Yeni teknolojilerle üretilen sanat eserlerinin en önemli sponsorlarının bu yeni teknolojileri üreten firmalar olduğunu belirtip, bienalin sponsorunun da Koç Holding olduğunu bir kez daha hatırlatarak gelelim malum iyimserlik meselesi ve “küresellik karşıtı” vurgusuyla bienalin “konsept”ine. Çinli küratör, bienal için yazdığı kavramsal çerçeveyi anlatan metinde küresel savaş çağı ve iyimserlik üzerine öğütlerde bulunurken, aslında Türk modernleşmesini tartışıyor. “Ne alakası var?” demeyin; zira Çinli ve Fransa’da yaşayan bir sanat küratörüne, ülkenin modernizm perspektifi ya da tercih edebileceği başka herhangi bir ulusal mesele hakkında söz söyleme yetkisi çoktan verilmişti çünkü bir kez!
“İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik.” temasıyla aynı başlıklı yazı, Kemalist devrime “tepeden inmeci” dediği için tartışıldı; ancak metinden çıkacak daha ilginç noktalar da var. Örneğin şu satırlar dikkat çekici: “Halkın hayat koşullarındaki soysuzlaşmaya egemen sınıfların ayrıcalıklarını protesto ederek tepki göstermesi, IMF ve Dünya Bankası gibi liberal kapitalist güçlerin dış ve uluslararası aracılarına karşı kitlesel hareketlilik ve protestolarla direnerek toplumsal haklarını geri alması gerekiyor.” (Bienal kataloğu, s. 15) İlginç gelebilir ancak küreselleşmeye, yeni muhafazakârlığa, neo-liberal politikalara karşı yerelliği öneren bir yazı bu ve Hanru bienali “küresel ile yerel arasındaki görüşmenin gerçekleşeceği yaratıcı biçimlerden biri” olarak tanımlıyor. (s. 18) Evet, biraz kafa karıştırıcı gelebilir ancak aslında ortada pek karışık bir durum yok! Bienal’in açılış günü yapılan basın toplantısında bir gazetecinin çıkıp “Küreselleşmeye karşı olduğunuzu söylüyorsunuz ancak yanınızda Şakir Eczacıbaşı ve Mustafa Koç oturuyor. Nasıl bir karşı çıkış bu?” sorusuna Hanru, “Hayır, yanlış anlamışsınız. Küreselleşmeye karşı değiliz!” şeklinde yanıt veriyor ve devam ediyor; “Küreselleşme karmaşık bir sistem. Burada yaptığımız bazı tartışmalar yaparak, yeni tartışmalar açmaya çalışarak karşıtlıkları göstermek. Küreselleşme karşısında yaratıcı projelerle nasıl durabiliriz? Burada, dünyada ne olup bittiğini anlamaya çalıştığımız bir platform oluşturmaya çalışıyoruz.”
Anlaşılan, Hanru’nun iyimserlikten kast ettiğinin Gramsci’nin “iradede iyimserlik, düşüncede kötümserlik” yani aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği teziyle hiçbir ilgisi yok. Zira bu, mevcut çelişkileri kötümser zeminde değerlendirip mücadele gücünü verebilecek bir iyimserlik değil, “en azından tartışacak bir platformumuz var” demek oluyor sanırız.
Küratörün metni dışında bienal, sergilenen işlerin çoğu tek tek ele alındığında da görüleceği üzere, eleştiri kurgusu üzerine oturuyordu. Özellikle İMÇ’de yer alan Güney Amerika ya da Çin kökenli sanatçıların uyguladıkları kimi videolar, yine güncel sanat – politika ilişkisinin muğlâklığını gözler önüne serer biçimde kapitalizm yergisi ve hatta sosyalizm propagandası içeriyordu. Peki küreselleşmeye, kapitalizme getirilen eleştirilere ayakları yerelde kafası küreselde şirketler nasıl oluyor da izin verebiliyor hatta önayak olabiliyordu? Aslında cevap zor değil: Sanatın varlık nedenlerinden “eleştiri” bin parçalı yapının içinde eriyor, akıp gidiyor. Kalın kataloglarda karmaşık dillerle yazılmış sayfalar dolusu yazılarla, kırk dakikalık videolarla, bitişik nizam gürültülü sunumlarla, işlerin yanlarında duvarlarda asılı uzun açıklayıcı metinlerle, velhasıl çok parçalı kaotik ortamda eleştiri olgusu yumuşak geçişlerle parçalanıyor, yok ediliyordu. Eleştirinin anatomisiyle oynanmış oluyordu. Bu, sadece bienal özelinde bir durum değil üstelik. Günümüzde, bağımsız, özerk bir kimlikle kurumsallaşamamış sanat ortamında on kişiden dokuzu, on alandan dokuzunu işgal etmiş ve kendi yaptığının eleştiri olduğunu iddia ediyor. Bu egemen söylem, sıradanlaştırmayı beraberinde getiriyor. Başta belirttiğimiz anti-sanat temelli avangard tutumun da içinin boşaltılması programı eş zamanlı yürütülüyor. “Komünizm gelecekse onu da biz getiririz”ci yaklaşım, tek sesli, oligarşik yapıyı temellendiriyor. Sonuçta ortaya, her kafadan “anti” seslerin yükseldiği, milyon dolarlık bütçelerin bir imzaya baktığı, alan memnun – veren memnun bir sistem çıkıyor. Bienal, bu sistemin en iddialı, en aykırı sesi gibi görünen ama en merkezinde duran, çoğu için ise eğlencelik bir Pazar günü öğleden sonra gezisi!

4 Ekim 2007 Perşembe

Doorstep - October

We were welcoming the biennial held this year, saying “welcome, biennial of the city!” goody goody! Someone from far away once said “... it is a crucial problem that the modernization model advocated by the Kemalist project is still full of some bolt from the blue, unsolvable contradictions and dilemmas, which are embraced by the system itself..."

Some correspondingly said that,
“In the call of biennial, our Independence War is described as ‘Kemalist project’, ‘bolt from the blue’ and the applied revolutions as ‘against the principle of democracy’. We denounce it.”Then the ones, expected to make the last stroke, said:
“We would expect a university, as an institution of arts and culture, show the sensitivity on free thought, at least, as much as we do and also wish it regarded the activities like biennial on an artistic basis.”
Just as we, “the 4th ones”, were about to say something to “the first one”, “the second one” was uneasy and couldn’t help itself. Then “the third”, contrary to the phrase of its own content, all of a sudden, appeared on the stage, converting the tragedies to comedy, let alone making the last shot!
In fact, that implied “the first one” was satisfactory for everyone and everything with its solo spectacle. For example, see those words, written on the alike platform with the others(1st, 2nd ones), which state “it should get back its social rights against the liberal capitalist powers, like IMF and World Bank, by means of mass movements and resistance.”, uttered prior to these words, “Adverse of capitalism? No, we are not. (No, no, it is not. Of course it is not!) As a response to a question asked on the press meeting, one sponsor beside, the other one by the other side, on the opening day of the activity.
We will not surrender our optimism and get focused on the biennial itself. The entirety is not only comprised of those triples, it always requires a fourth one!
“In addition”, it is necessary after all!

Eşik - Ekim

Bu yıl bienali “Hoş geldin ya şehri bienal!” diyerek karşılamaktaydık ne de güzel!
Uzaklardan gelen biri şunu demişti:
“...can alıcı bir sorun, Kemalist proje tarafından savunulan modernleşme modelinin yine de sisteme dâhil bazı çözülemez çelişkiler ve ikilemlerle dolu, tepeden inme bir dayatma olması...”

Birileri buna karşılık şunu dedi:
“Bienal bildirisinde, Kurtuluş Savaşı ‘Kemalist Proje’, ‘tepeden inme dayatma’, uygulanan devrimler ise ‘Demokrasi ilkesine aykırı’ olarak nitelenmiştir. Kınıyoruz.”
Ardından son vuruşu yapması beklenen birileri çıkıp şunları söyledi:
“Bir sanat ve kültür kuruluşu olarak bir üniversitenin güzel sanatlar fakültesinin özgür düşünceye karşı en azından bizim gösterdiğimiz duyarlılığı göstermesi ve bienal gibi etkinliklere sanatsal açıdan yaklaşmasını dilerdik.”
Biz “dördüncü”ler, “birinci”ye karşı tam bir şeyler söyleyecekken “ikinci” rahat duramadı. Derken “üçüncü” kendine düşen payın o malum deyimdekinin aksine, farkında olmaksızın sahneye attı kendini ve bırakın son vuruşu yapmayı; trajediyi komediye dönüştürdü!
Gerçi malum birinci, tek kişilik temaşasında herkese ve her şeye yetiyordu. Mesela, tam da etkinliğin açılış günü, bir yanında bir sponsor, diğer yanında diğer sponsor, basın toplantısında kendisine yöneltilen soruya “Kapitalizm karşıtlığı mı? Yoo, değiliz!” (ne münasebet!) cevabından önce yukarıdakilerle aynı yerde yazmış olduğu şu sözleriyle:
“IMF ve Dünya Bankası gibi liberal kapitalist güçlerin dış ve uluslararası aracılarına karşı kitlesel hareketlilik ve protestolarla direnerek toplumsal haklarını geri alması gerekmektedir.”
Ancak iyimserliğimizi elden bırakmıyoruz ve bienale odaklanıyoruz biz yine. Bütün, bu üçlüden ibaret değil çünkü, hep bir dördüncü lazım!
“Üstelik” ne de olsa gerekli!

1 Ekim 2007 Pazartesi

Sessizce Bakın Dikkatle Dinleyin

Füsun Onur’un son sergisi “Erratum Musicale” Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde sergileniyor.

Yapılacak küçük bir arşiv taramasında, bugün Türk güncel sanat ortamının en önemli sanatçılarının, çok değil, 15 – 20 yıl önce nelerle itham edildikleri görülebilecektir. Her yapılanı “Pop”, “Kavramsal”, “Minimalist” vb. terimlerle adlandırıp kodlayan yazılar; Batı’daki bir örnekle benzerlik taşıdığı iddia edilen eseri yüzünden “taklitçilik”le ya da eseri o güne dek üretilmiş hiçbir şeye benzetilemediği için “avangardlık taslamak”la suçlanan sanatçılar... Bütün bunlara maruz kalmış isimlerin başında gelenlerden biri kuşkusuz, son sergisi Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde sürmekte olan Füsun Onur’dur.
Sanatçının ABD’deki eğitiminden döndükten sonra, henüz 1970 yılında kendi çabalarıyla açtığı ilk kişisel sergisi, Türkiye’de tanınmayan Amerikalı bir sanatçıyı taklit ettiğine dair yorumlarla karşılanır. Sergi, içlerinde boşluklar yaratarak ahşap geometrik biçimlerden “heykelimsi” çalışmalar yapan ve heykel eğitimi almış genç bir sanatçı için, bu sanat biçimini dönüştürme çabalarının başlangıcıdır. Sanatçının 1972 yılında gerçekleştirdiği ikinci sergisinde, yine ahşaptan uyguladığı üç dallı ağaç formunun üzerinde plastik renkli bir top vardır; bu yıl, hazır malzemenin Türk sanatında girdiği tarihtir.
Türkiye’de güncel sanat biçimlerinin öncülerinden Onur’un sanat yaşamı kuşkusuz “ilk”lerle doludur. Zaman içinde klasik heykel formuyla oynar; resimde üçüncü boyuta “içeri gel” der; farklı malzemelerle boşluk – doluluk zıtlığında döner; zaman kurgusunu bozuma uğratır. Heykel ya da resim ve hatta zamanla kavramsal sanat; Füsun Onur, tanımlanabilen sanat biçimlerinden adeta rahatsız olur gibi, sabitlenmiş kuralları bozmaya çalışır. 1980’lerin başından itibaren mekâna yaydığı “heykel”leri heykel değildir; yeniden kurguladığı mekân, eserin kendisidir artık.
Füsun Onur, Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde René Block küratörlüğünde yapılan “Güncel Sanat Sergileri”nin ikinci konuğu bu ay. “Erratum Musicale”, Onur’un sanat yaşamında 1995 yılında gerçekleştirdiği, adını bir müzik teriminden alan “Kadans” sergisiyle başlayan ve 2001’de “Prelüd” ile devam eden kırılmanın son noktası niteliğinde. 1980’li yılların ortalarından itibaren fantezi olgulara yönelmeye başlayan ve yaşamına ait bir izi, bir objeyi çalışmalarına yansıtan sanatçı için bu sergi, kişisel mitolojisinin önemli bir parçası sayılabilir. “Erratum Musicale”, uçucu zarafetin simgesi tüller, hepsi de altın renginde, basit hareketlerle hoş bir tınıya sahip minik çanlar, teller, farklı ritimlerdeki notalar misali farklı sayılarda yan yana dizilmiş madalyonlarla ince ince işlenmiş bir sergi. Margrit Brehm’in kaleme aldığı, sergi dolayısıyla yayınlanan kitabın adı olan “Dikkatli Gözler İçin” de, tıpkı bu sergide olduğu gibi, Onur’un ancak dikkatli gözler tarafından fark edilecek çalışmalar gerçekleştirdiğine gönderme yapıyor.
Sanatçının galeri merdivenlerini kullanmak isteyerek oraya yerleştirdiği keman çalan kadın figürü, küratör Block tarafından Duchamp’ın “Merdivenden İnen Çıplak”ına benzetilince, serginin adı da ortaya çıkmış. Çünkü “Erratum Musicale” yani “müzikli yanlış”, Duchamp’ın bir piyanonun tuşlarına rastgele basmasıyla oluşturduğu parçanın da adı. Var olan hiçbir akımı düşünmeden hep yapmak istediğini yapan ve yorumu bizlere bırakan Onur, bu sergisinde de tavrını değiştirmiyor. 7 Eylül’de başlayan ve 6 Ekim’e kadar sürecek olan sergiye, sanal ortamda Duchamp’ın “Erratum Musicale”sini bulup dinlemeden gitmeyin siz yine de!