12 Aralık 2008 Cuma

Şanlıurfa’da Günümüz Sanatından Bir ‘Kesit’

Bu yazı Radikal gazetesinde, 10 Aralık 2008 tarihinde yayımlanmıştır..

Sanatın merkezinin İstanbul olduğu ön kabulüyle yapacağımız bir “merkez-periferi” tartışmasında bile, merkez tanımının salt coğrafyayla sınırlandırılamayacağını kabul etmemiz gerekir. Bu durumda gayri ihtiyari bir merkez saptarken kendi sanat tasavvurumuza mı dönmeliyiz acaba? “Merkez”den bir hayli uzakta, Şanlıurfa’da açılan “Günümüz Sanatından Bir Kesit” sergisi konuyu gündeme taşımak bakımından önemli.
Küratörlüğünü, “Hacet” adlı “olmayan sergi”yle dikkatleri üzerine çeken Fatih Balcı’nın, koordinasyonunu Güler Güngör’ün yaptığı “Kesit”, İstanbul merkezli çalışan sanatçıları, Vali Kemalettin Gazezoğlu Kültür Merkezi olarak kullanılan Reji Kilisesi’nde bir araya getiriyor.
Videoların ağırlıkta olduğu sergide günümüz üretimlerinin panoramik bir manzarası çıkarılıyor. Fatih Balcı sergi için kaleme aldığı metinde “günümüz sanatı çelişkileriyle varlığını sürdürmekte” dedikten sonra ekliyor; “gerçek hayatın içinde yer almak ya da gerçeğin içinde kaybolmak…” Maria Sezer, “Önce ben” video enstalasyonunda gerçeklik meselesine dikkat çekiyor. Tavana yakın bir köşeye yansıttığı, kuş yuvasındaki yavru kuşları gösteren video, yuvada kalmak, anne kuşun getirdiği yiyeceği yemek için yaşanan hengâmeyi gösteriyor. Beslenme ve dışkılama döngüsü sürerken odanın zeminindeki kuş pisliği kümesi fark ediliyor. Bugünün dünyasında hangisi gerçek? Simülasyon nerede başlıyor?
Gerçeklik derdi, Gül Ilgaz’ın altyapısını “samimiyet ve gerçeklik” olarak kurduğu dünyasından işlerine yansıyor. Başka bir odada yer alan 2001 tarihli “Fış Fış Kayıkçı” videosu, spor salonlarının doğanın yerine geçmesinin trajikomikliğini vurguluyor. Kürek aletiyle kumsalda, denizin kenarında kürek çeken adam, steril salonlarda konforlu sporun tercih edilişinin ironisini yapıyor.
Ilgaz’ın “Tutunmak” adlı yerleştirmesi, Reji Kilisesi’nin ana mekânında, üst kat galerisine asılı biçimde aşağı sarkıyor. Mekânın büyüsü içinde bu işi deneyimlemek oldukça ilginç. Aynı mekânda yer alan Güler Güngör’ün “Harran’da Ay ve Güneş”i o topraklar için üretilmiş bir çalışma. Bu topraklar, uygarlığı doğurmuş. Şanlıurfalı Güngör, memleketine “Tarihin yazıldığı yer” diyor. Dünyanın şimdiye dek bulunmuş en erken tapınağının yer aldığı Neolitik döneme ait Göbeklitepe kazı alanında, Harran ovasının uçsuz bucaksızlığına hayran kalırken kentin uygarlık tarihindeki yerini tekrar düşünüyor insan. Burada huzursuzlanarak yeni bir soru ortaya atabiliriz: “Merkezde” konuşlanmış ve “merkez”e koşullanmış biri kendi sınırlarının dışına çıktığında karşılaştığına hayretle ve hayranlıkla yaklaşıyorsa, her daim oryantalist bir bakıştan bahsedilebilir mi?
Fatih Balcı “Art Today” adlı fotoğraf ve video yerleştirmesiyle yine provokatif bir tavırda. Filmde, elinde Art Today kitabıyla Diyarbakır sokaklarında dolaşan adamla birlikte dolaşıyoruz. Herkes kameraya bakıyor; “Bu adam ne yapıyor?” Duvardaki birkaç fotoğraftan birinde, kitapla poz veren Diyarbakırlı bir adam var. Gülünçleştirme yok! Elindeki Fluxus kitabına anlamadan bakan bir Kürt vatandaştan yola çıkarak güya anti-sanatı anlatanlar gibi bir derdi yok Fatih’in! Zaten diğer fotoğraflarda kitabı taze nohut arabasında, seyyar terlikçinin tezgâhında ya da çocukların oyun oynadığı bir sokakta görüyoruz. “Art Today”, günümüz sanatının gerçekliğini sorguluyor. 50-60 yıl önce hayatın kendisi olmak derdindeki avangardın, bugün hegemonik diliyle merkezin ta kendisi olmasının yarattığı paradoksu, yerel olanın öznesine, mekânına ve hatta zamanına yabancılaşmasından hareketle yapıyor.
Şanlıurfa İli Kültür Sanat ve Araştırma Vakfı (ŞURKAV) ile Anadolu Kültür’ün sponsorluğunda düzenlenen sergideki diğer sanatçılar Denizhan Özer, Francois Daireaux, Johanne Helard ve Şinasi Güneş. Urfa’nın özgün mimarisini yansıtan taş malzemeyle yapılmış büyüleyici mekân işlere can veriyor. Kesit sergisinin salt varlığıyla yaptığı; egzotik bir “öteki” kabulüyle, açılış gecesinde gelen mahallelinin tepkilerini dile getiren ya da “Bu serginin burada ne işi var” diye düşünenlere ironik bir cevap niteliğinde. 29 Kasım’da açılan sergi 13 Aralık’a kadar devam ediyor.

25 Kasım 2008 Salı

Türk Medyasında Sanat

Bu yazı Gençsanat dergisinin Kasım 2008 sayısında yayımlanmıştır..

Türk sanatı ile gazete, dergi, radyo, televizyon ve internetin genel adı medya arasındaki ilişki, ilk etapta tek taraflı olarak, yani medyada sanatın yer bulması bakımından eskilere giderken sanatın medyayı keşfi ise çok daha yeni.

Türk sanatında 1960 ve 70’lerdeki yalıtılmışlığın 1980’li yıllarda sona ermesi, bu dönemden sonra medya sektörünün de büyümeye başlaması ile doğru orantılı. Ancak zamanla sanat ve medya ilişkisi, sermayenin egemenliğini medya araçlarıyla sürdürmeye başlaması sonucu pek sağlıklı bir görünüm vermez.

“Gerçek” ile “imaj” yer değiştirirken Türk medyası sanata ne kadar ve nasıl yer veriyor? Bu soruların yanıtları, medyanın genel karakteri hakkında bazı ipuçları da taşır. Örneğin bugün Türk medyasının genelinde dedikodu haberlerine “magazin” denmesi, eğlence piyasası üreticilerinin de “sanatçı” olarak adlandırılması, mevcut popülist eğilimi işaret eder. Sanat, kültür ve hatta mimarlık, güncel medya için hala marjinal konular.

(...)

Gazeteler
Bugün tıpkı televizyonların salt reyting/izlenme kaygısı gütmesi gibi gazeteler de yayın politikalarında satın alınma esasını birincil tutuyor. Elbette para kazanma amacından ötürü hiçbir ekonomik işletmeyi suçlayamayız ancak burada uzun uzadıya tartışamayacağımız “medya etiği”nin çıkarcı inisiyatiflere terk edildiği de bariz şekilde ortada.

Gazetelerde kültür ve sanata en büyük yer sinema için ayrılıyor. Plastik sanatlar eksenli etkinlikler için “ne-nerede”yi pek geçmeyen kısa bilgiler veriliyor. Türkiye’de basılan 31 (bu rakam internet araştırması sonucu elde edildi) günlük ulusal gazeteden yalnızca birkaçı istikrarlı şekilde kültür – sanat sayfası yapmaya devam ediyor.

Kültür – sanat haberlerine yer veren gazetelerin en büyük sorunu ise, sanat alanında uzmanlaşmış muhabirlerinin olmaması. Plastik sanatların kendine özgü diline hâkim olmayan, yorumdan uzak, etkinlik seçmede yine çıkar eksenli hareket eden anlayış, kurumsallaşamamak sıkıntısındaki sanatın kısır döngüsünün bir ayağını net şekilde açıklıyor.

Sanat Dergileri
Sanat dergileri, basının sanata kapalılığı sonucu sanatçıların kendilerini ifade edebilecekleri bir mecra olması bakımından kuşkusuz çok önemli. Şimdiye dek yayınlanmış dergilerin çoğunluğu sanatçıların önayak olmasıyla çıkmış. Bunlardan birkaçı; Adnan Turani’nin 1965 yılında çıkarmaya başladığı “Sanat ve Sanatçılar”, daha sonra sırasıyla Mehmet Güleryüz’ün “Kalın”, Bedri Baykam’ın “Sakala”, Jale Erzen’in “Boyut”, Halil Altındere-Vahit Tuna’nın “Art-İst”i, yine sanat insanlarının çıkardıkları “Sanat Çevresi” ve “Dipnot”. Sanat galericileri de çıkardıkları “Türkiye’de Sanat” ve Genç Sanat”, “rh+sanart”, “Artist”, “Cey” dergileri ile alana farklı soluklar getirdiler. “Plato” gibi kimi dergiler ise koleksiyonerlerin çabalarıyla çıktı. Günümüzde bazısı hala yayınlanan bu dergiler, imtiyaz sahibinin “prestij” amacı gütmesi nedeniyle varlıklarını sürdürebildikleri gibi, gerçekten bağımsız ve alternatif sese sahip de olabildiler.

1970’li yıllarda İstanbul değil Ankara’da çıkması ve edindiği saygın yer ile bir döneme damgasını vurmuş “Ankara Sanat” dergisinin de Türkiye’deki sanat dergiciliğinde önemli bir yeri var. Öte yandan Türkiye’deki hemen hemen bütün sanat dergilerinin “yüksek kültür”e hitap ettiği söylenebilir. Antika ve müzayede sektörü içinde yer edinen bu dergiler, gerek reklâm gerek satış ve gerekse yayın politikaları ile tüketim kültürünü pekiştirme imajı verirler.
Oldukça uzun süredir yayınlanmakta olan “Milliyet Sanat” dergisi de 1970’li yıllarda sorgulayıcı, tartışmacı, muhalif iken, popüler kültürün etkisinden kurtulamayarak magazinel bir hal aldı. “Milliyet Sanat” dergisinin son dönemde kullandığı slogan, “Popüler olanla olmayanı ayırmayan dergi”, elitizme ya da popülizme karşı gibi görünse de mevcut yayından yola çıkarak amaçlananın elde edildiğini söylemek pek mümkün değil!

Yapı Kredi Bankası’nın kendi adına yayınladığı “Sanat Dünyamız” dergisi de uzun süredir istikrarlı biçimde yoluna devam ediyor. Şimdiye kadarki editörlerinin çabaları sonucunda bir nitelik yakalayan “Sanat Dünyamız” buna rağmen, bir banka dergisi olarak sermaye ile mesafeyi koruyamaması nedeniyle bağımsız sesler çıkaramıyor, merkezden kopamıyor.

(...)

Medya – Sanat İlişkisinde Sınırların Ortadan Kalkması:
Medya Sanatı ve Medyayı Konu Edinen Sanat

Sanat geçmişe göre çok daha disiplinlerarası bir kimliğe sahip artık. Medya ile sanat arasındaki ilişki de, sanatın medyayı yeni bir “medium” olarak keşfetmesiyle günümüzde farklı bir biçime taşındı.

(...)

2006 yılı içinde Türkiye’de gerçekleşen bir sanat eylemi, medya ve sanat ilişkilerini tartışmaya açmak bakımından oldukça başarılı olmuş, ilginç bir örnek. “Hacet” isimli bu “sergi” henüz başlamadan, serginin konsepti, tarihleri, mekânı ve yer alan sanatçılar ile çalışmaları hakkında bilgi içeren “süslü” bir basın bülteni tüm basın kuruluşlarına ulaştırıldı ilk olarak. Bültendeki bilgiler, gazeteler, dergiler, televizyon kanalları ve internet sitelerinde, imzasız haberler biçiminde geniş yer bulmaya başladı daha sonra. Çok geçmeden, henüz açılmamış sergi hakkında imzalı yorumlar yapılmaya başlandı. Ancak “Hacet” diye bir sergi aslında yoktu! Katılacağı belirtilen sanatçıların bir kısmı sanatçı bile değilken, serginin olacağı söylenen adres de uydurmaydı! İkinci bir basın bülteni ile serginin olmadığı duyurulduğunda ise fikrin sahibi, kendisini küratör olarak tanıtan Fatih Balcı’ya yönelik tartışmalar baş gösterdi bu kez medya organlarında. Çünkü kendisi “medyayı kandırmak”la suçlanıyordu. Balcı daha sonra bir görüşmede, “Postmodern zamanlarda tamamen simülatif bir sergi” yaptıklarını ve “izleyici ve sanat olgusu arasına girmiş medya”yı deşifre etmeyi amaçladıklarını söylüyordu. Bu da yine medya ile mümkündü!

***

Son olarak, reklâm ve tanıtım amaçlı kullanılan görsel öğeler ile sanatın giderek birbirine yaklaştığı ve bunun, sanat ortamından da sanatın reklâm sektörü ile uyumlu ilişkisini arzulayan bir kesim tarafından desteklendiğinin altını çizelim. Muhafazakârlık gibi görünse de söylemeliyiz ki; iki alan birbirine karışırken sanat ve reklâmın var olma nedenleri de iç içe giriyor ve bu durum, özellikle metropollerde yaşayan insanların, gerek her türlü medya aracı gerekse sokaklardaki sayısız imge ile bombardıman altında tutulmasına yol açıyor. Sonuç olarak sanatsal çalışmalar da bu imge bolluğu içinde görünmez oluyor.

Medya kurumlarının sunmayı tercih etmediği sanat izleyici ile buluşmakta güçlük çekerken, bunu başarabilen çalışmalar sorgusuz kabul edilir hale geliyor. Sanat izleyicisinden “hedef kitle” diye bahsedildiği bir sistemde değerlendirmenin kendisi bile ne kadar “doğru” olabilir ki? Daha sağlıklı bir sanat ortamı ve sanat – medya ilişkisinin gelişmesi için bütün bu olgular başta Türkiye olmak üzere tüm dünyada mutlaka tartışmaya açılmalı. Çıkar amaçlı ilişkiler bütünün engellenmesi, sanat ve medya arasındaki en sağlıklı ilişki biçimini de oluşturacaktır. Bunun ne şekilde yapılabileceği ise tam bir muamma!

Huzursuzluğun Derinlerindeki Duyarlılık

Bu yazı Artist dergisi Ekim 2008 sayısında yayımlanmıştır.

Kadının, sanatta temsiliyet halinden özne olmasına geçen süreç, sanat tarihinin en sancılı ve esas hikâyelerinden biridir. Ana tanrıça formundaki “tapılan kadın”dan güzellik objesi “anılan kadın”a ve takribinde de baş meta olarak “satılan kadın”a evrilen zaman diliminden çıkmış, 20. yüzyılın imkânlarını sonuna kadar zorlayarak özne olmayı başarabilmiştir kadın.
Ne muammadır ki, bu varolma serüveninde artık “kadın sanatçı” diye bir olguyu tahlil edebiliyorken bile, tıpkı fikirler öne sürerek karşısına çıkacağımız sonuca bizi götürenlerin kendisi gibi, önce insanı “kadın” ve “erkek” diye ikiye ayırmak zorunda kalırız. Peki, bunu yaptık diyelim. Karşımıza bu kez bir başka problematik çıkar. Bir kadının öyküsünü anlatan erkeğin anlattığı nasıl aslında kendi öyküsü oluyorsa, bir kadın sanatçının anlattığının da “öteki” kadın olmadığını iddia edebilir miyiz? Bu ötekileştirme, kadın fizyolojisinin hassas duyarlılığıyla biçimlenmiş bir özdeşlik güdüsüyle aşılabilir mi o halde?


(...)
Bahsi geçen kadın sanatçılardan biri de, kırılgan formlarıyla; asi lekeleriyle; bir bakmışsınız kuyunun dibi karanlığında, bir bakmışsınız çiçek bahçesi zenginliğindeki renkleriyle Füsun Çağlayan. Boya ve çizgi ile ifadede direnenlerden Füsun. Tuval resminin anlatım olanakları ile ilgili bir derdi var ve 1986 yılında ilk kişisel sergisini gerçekleştirdiğinden bu yana huzursuz bir arayış içinde. Bugün ürettiklerinin her ayrıntısından sezilen de öncelikle bu. “Ben henüz ne yaptığımı kendim de tahlil edemiyorum” derken, kendinden emin gözükenlerin, neyi niye yaptığının son derece bilincinde olanların sahteliğini düşündürüyor insana. Asil bir utangaçlık huyu bu, kadınlara mahsus! Ne yaptığını bilememenin övünülesi haleti ruhiyesi!

(...)

“Gelin Çiçeği” dizisi, kara zemin üzerinde beyaz ve gümüş rengidir. Spiral yapısı ile gülü andıran bu çiçekler, onu taşıyacak kadının paradokslarını taşır.
Gül, art anlamları gizleyen metafordur bu resimlerde.

“İmha” yok oluştur! Varlık problemi sonsuza kadar çözülmüştür. Yıkarak yok etme söz konusu burada. Bilinç eyleme geçmiştir. Astarımsı dokunun üzerindeki hırçın çizgiler, lekeler yok oluşu hazırlar. Renk minimuma iner, birazdan o da yok olacak çünkü. Tablo kendini imha etmek üzere!

“Kanama” kadının kendisi kadar kendisini anlatır! Anlatmak gibi bir derdinin ne kadar olduğu tartışılır; anlayana!

Kelebek kanadı kırılınca kanar mı?

“Kanat” serisinde kanatlar giderek form kaybeder, ulvileşir. Bir melek kanadı mıdır o yoksa? Renkler döner, devinim estetikseldir! Füsun, kurguladığı fantastik dünyada resmin kavramsal kurgusuna “bitki-kadın”ı oturtur.

“Kimyasal Manzara”nın kimyasallığı, hınzır bir okumayla, malzemenin kimyasallığından geliyor olabilir. Ancak şenlikli bir manzarayı andıran kompozisyonda gösterilen günümüz kimyasal dünyasından bir parça ise resmin kurgusu bir anda değişir. Gözünüzü kapatıp tekrar açtığınızda farklı bir manzarayla karşılaşırsınız.

“Katastrof” Füsun’un son çalışması. Felaket, varılan son nokta olmuş! Lekeler artarak tuval yüzeyini ele geçirmeye başlamış. Siyah daha da siyah! Siyahı tamamlayan maviler, çocukluğumuzun yatak altı canavarlarına benziyor sanki! Küçük bir kız çocuğu korkuyor! Sanatçının ifadesi güçlenirken anlatım hikâyeleşmeye başlamış bu resimde. “Ben kompozisyon ressamı değilim” dese de böylesi etkileyici kompozisyonlar kurabiliyor o.

(...)

6 Kasım 2008 Perşembe

Bu Benim Midemi Bulandırıyor

Bu yazı Radikal Gazetesi'nde 29 Mart 2008'de yayımlanmıştır...

İnsanın yaptıklarını değil ettiklerini göstermek istedim' diyen Halil Vurucuoğlu, yapıtlarıyla ilgili takdir edici iltifatlar değil, yorumlar duymak istiyor.

İzmirli genç sanatçı Halil Vurucuoğlu Drimart'ta açılan yeni sergisinde, daha önce katıldığı grup sergilerinde gördüğümüz gökyüzüne ve onu saran elektrik tellerine odaklanan kent siluetlerinden koparak farklı bir yönelime girmiş. Avrupalı ve Akdenizli Genç Sanatçılar Bienali'ne katılmak üzere seçilen, Kasa Galeri'de 'Geleceğe Esintiler 2'de de yer alan sanatçı bu sergiyle, sanat olarak kabul edilip edilmeyeceği hâlâ tartışılan sokak sanatını galeri mekânına taşıyor. Sprey boya ve şablonlarla sokak duvarlarını resimleyenler gibi galerinin doğrudan duvarına çalıştığı işleri olsa da onlardan bir adım ayrılıyor. Tekniği, tuvalde zaman zaman suluboyayı da dâhil ederek deniyor. Sanatçı, sokak sanatını galerinin steril ortamına taşıdığının farkında. Bu sanata müdahale noktasında salt şablon kullanımıyla başladığı üslubunu farklı noktalara taşıyor. Resmin üç boyut yanılsamasıyla yüzeyi gerçekten üçüncü boyuta ulaştırarak kurtulmaya çalışıyor. Böylece bir anlamda mevcut sert tavrı inceltmiş oluyor.
Temsilin bozgununun peşinde bir sanatçı ve onu sokak sanatına yönlendiren de, bu sanat biçimine müdahale ettiren de aynı dürtü: "Bazı şeyleri bozmayı seviyorum. Yolunda giden bir tren vagonunun en beklenmedik anda rayından çıkması durumunu düşünün. Her şey çok monoton. Bozgunculuğu seviyorum," diyor. 'Bambu'da sanatçının çoğunlukla son dönem çalışmaları olan, 'güzel kadın' portrelerinin de yer aldığı insan merkezli bir seçki sunuluyor. Portreler, teknik ve kompozisyon kurulumu bakımından birbirinden farklı olmakla birlikte hepsi aynı istencin, niyetin ürünü. Ünlü kişilerin en tanınamayacak fotoğraflarından, geçişsiz, düz renklere sahip şablonları üst üste ekleyerek çalışmış. Kadın portreleri davetkâr ve güzelken otoportrelerin de kendisini, evine giderken insanların geçmeye korktuğu bir yolda gölge biçiminde ya da şablon yardımıyla spreyle gerçekleştirdiği çizgilerin arkasında gösteriyor sanatçı. 'Kar' isimli portede, dış mekân resimlerindeki dingin gerginliği beyaz rengin depresifliği ile portre tarzına da yansıtıyor. Bir Patricia Highsmith romanı okur gibi, her an tetikte bekletiyor izleyiciyi.

Mesele sahteyle hesaplaşmak
Yanılsama arzusunun kalmadığı yerde, sahteliğin gerçeklik sınırlarını belirlediği durumda, yanılsama gerçeğin kendisi oluyor artık. "İnsanın 'yaptıkları' değil 'ettiklerini' göstermek istedim." diyen sanatçı bayağılığa dikkat çekiyor ve her türlü zıtlığı kullanarak sahte olanla hesaplaşmak istiyor: "Yaptıklarımın güzel olmuş diye takdir edilmesini istemiyorum. 'Bu benim midemi bulandırıyor' yorumu benim için daha değerli !"

Bambu sergisi, 12 Nisan'a kadar Dirimart'ta.
Tel: 0212 291 34 34

5 Kasım 2008 Çarşamba

Kitsch Sempozyum

Nedir Kiç? Düşük, ucuz, yoz bir güzellik mi? Plastik çiçek mi yoksa? Çirkinlik olabilir mi acaba? Ya da süslü olan her şey. Yoksa güzelliğin demokratikleşmesi mi? Acaba “yüksek sanatı” tehdit eden bir hayalet olabilir mi? Veya “çokkültürlülüğün” sesi. Popüler kültürden siyasete, çağdaş sanattan sinemaya; magazinden mimariye; davranış biçiminden seri üretilmiş nesnelere dolanan sıkı bir soru: Nedir bu Kiç?

Karşı Sanat Çalışmaları 10 Mayıs 2008 Cumartesi Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde (3 OTURUM) bir sempozyumla hayatın hemen her anını kuşatan bu çetrefil kavramı tartıştıracak.

PROGRAM

1.OTURUM
10:00-12:00
Beral Madra, “Siyaset ve Kitsch”
Gültekin Çizgen, “Türkiye’de Kitsch Bolluğu
Aykut Köksal, “Bir Modernleşme Olgusu Olarak “Kitsch”
Feyyaz Yaman, “Kiç’i Anlamamak!”
Yöneten: Ali Şimşek

2.OTURUM
13:00-15:00
İ. Can Koç, Tarihsel ve Sosyolojik Olaraki Kisch'i Anlamaya Çalışmak
Melis Behlül, “Versace Elbise, Kristal Şampanya: Showgirls’de Tüketim, Kitsch ve
Yalçın Sadak, “Toplumcu Gerçekçi Türk Resmi ve Kitsch ”Camp”
Ahmet Soysal, “Kiç ve İdeoloji”
Yöneten: Fatih Balcı

3.OTURUM
15:30-17:00
Fatih Balcı, "Sürekli Olarak ve Birdenbire Kiç"
Osman Çakmakçı “Kitsch ve Poetika”
Elif Dastarlı, "Kendinin Anti-tezi: Gayrı Siyasallaşan Dil Kitsch"
Ali Şimşek “Çizgili Pijamaya Gülmek: Yeni Orta Sınıf ve Kitsch”
Yöneten: Feyyaz Yaman

TARTIŞMA
17:10-18:00

19 Mayıs 2008 Pazartesi

80’lerin Sanatından Bir Perspektif

Radikal Kitap'ta yayınlanmıştır..

Görsel-işitsel-dilsel ve birçok başka türlü -sel’li/-sal’lı etkinin orantısız biçimde büyüyerek hayatımızı daha fazla işgal ettiği günümüzde kültür-sanat tüketimi de hızla artmakta. Bugün onlarca sanat galerisi; sayısı her geçen yıl artan özel müzeler, kültür merkezleri; sanat haberlerine daha fazla yer ayıran gazeteler, televizyonlar, dergiler; sonsuz olanaklarıyla internet; yeni çevrilen, basılan kitaplar; paneller; sempozyumlar vd. arasında salınan genç bir plastik sanatlar izleyicisine, bundan çok değil en fazla 20 – 25 sene öncesini anlatıp, öylesi bir ortamın varlığına farkındalığını sağlamak pek kolay olmasa gerek. Söz konusu genç izleyiciyi ikna etmeye zorlanmanın asıl nedeni ise yakın geçmişimizin bugünkü bolluk günlerimize kıyasla bu derece yoksul oluşu değil; asıl neden toplumsal bellek yoksunluğumuzundur olsa olsa. Zira 12 Eylül sonrası apolitizasyon politikası, salt gayrı-politik bir düzeye çekmekle kalmadı, gayrı-düşünsel, geçmişinden bihaber, yüzeysel, pop bir yaşam biçimine maruz bıraktı 98 kuşağını.
Bahsettiğimiz “belleksizlik” olgusunu Türk plastik sanatlarını esas alarak düşünürsek, batılı anlamda Türk sanat tarihinin dökümü yapan, nitelikli, özgün, bilgisiyle-belgesiyle temel kaynak niteliğine sahip bir kitabın hala yazılmadığını görürüz. Bireysel çabaların kurumsal düzeye evrilmesine rağmen dar bir ortamda gerçekleştirilen sonuçsuz tartışmalar, eleştiri geleneğinden yoksun sanat üretimimiz dahilinde ayakları bu topraklara basan bir sanat tarihi yazımının gelişmesini sağlayamamıştır bir türlü. Ancak dedik ya, artık bolluk günlerimizdeyiz!

Tüm bunlarla beraber -ironiyi de bir kenara bırakarak-, dillere pelesenk olmuş “Türk sanatında eleştiri eksikliği” yakınmalarını sinik biçimde tekrar emek yerine, üretim birikiminin bellekleri besleyeceği ve bilinç düzeyinde yaratacağı sıçramayı umarak belirtelim ki; iyi niyetli çabalarıyla bu alanda yapılan araştırmalar gün be gün artmakta. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basılan “Seksenlerde Türkiye’de Çağdaş Sanat: Yeni Açılımlar” bu anlamda atılan son adım. Editörlüğünü İpek Duben ile Esra Yıldız’ın yaptığı çalışmanın amacını Duben, “Türkiye’de çağdaş sanatta 1960’ların ikinci yarısı ile 70’lerde görülen ve 80’li yıllarda yaygınlaşan kırılmaları 90’larda ve 2000’li yıllarda çalışmalarında sürdüren sanatçıları mercek altına almak” biçiminde özetliyor.

Batı sanatı, Duchamp sonrası kırılmayla sanat-hayat birlikteliğinde “sanat olmayan”ı amaçlayan bir çizgiden 80’ler itibariyle tekrar resme yönelmişken; ülkemizde, 1977 yılından itibaren süren Yeni Eğilimler sergisinin de etkisiyle formellik dışı sanat arayışları yeni gündeme gelmiş sayılır. Grup ya da üslup değil, bu kez birey olmanın neredeyse dayatıldığı liberal dönüşüm günlerinde Türk sanatı, 1960’ların ikinci yarısı itibariyle Altan Gürman ve Füsun Onur’un yenilikçi çabalarının izindeydi. Kitle kültürünün yüksek kültür temellerini sarstığı 80’lerde sanatçılar, 12 Eylül cuntası gölgesinde üretim yapma mecburiyetindeydiler. “Seksenlerde Türkiye’de Çağdaş Sanat: Yeni Açılımlar” adlı kitap, eleştirinin saklı kalmaya mahkûm olduğu bu dönemde fikirlerini gizlemek istemeyen ve palazlanan piyasa ilişkilerinden uzak kalmaya çalışan sanatçıların bireysel öykülerini anlatıyor.

Kitap, İpek Duben’in 2003 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde verdiği Eleştirel Teori Semineri dersi ile başlayan ve daha sonra öğrencileriyle workshop şeklinde devam eden çalışmalarının derlenmesiyle oluşturulmuş. Modernizm – Postmodernizm ekseninde yürütülen tartışmalar, Türkiye’de çağdaş sanat pratikleri esas alınarak devam etmiş. Böylece öğrenciler Esra Yıldız, Çiğdem Kaya, Rana Öztürk, Deniz Meltem Çebi, Çiğdem Sağır, Hande Dedeal, Bilgen Yılmaz, Asuman Kırlangıç ve Seçil Serpil, 80’lerde çalışan çağdaş sanatçılar hakkında makaleler yazmışlar.

“Yeni açılımlar” doğrultusunda çalışan 18 sanatçı ile Sanat Tanım Topluluğu’nun incelendiği kitapta dönemin sanatçılarının bireysel çabalarını bir arada bulmak, bugünden geçmişe bakıldığında görülenler ile bugünün algısını etkilemesi açısından da önem taşıyor. Ancak hemen sormak gerek: Sanatçı biyografileri bir dönemi anlamaya yeter mi? Yetmeyeceği hesaplanmış olmalı ki kitabın kapsamlı sayılabilecek giriş bölümünde, dünya ile Türkiye’de 80’li yıllar sanatına dair bir perspektif çiziliyor; bu bölümü Esra Yıldız kaleme almış.

Kitabın önsözünde Duben’in bahsettiği şu tespitin altı çizilmeli: “Türkiye’de çağdaş sanat izleyicisine sanat tarihini, evrimin süreçlerini izlettiremeyen modern sanat müzeleri ve grup sergileri her sanatçının ve her bir serginin kendi tekliği içinde algılanmasına neden olmuştur. Türk sanatının içindeki diyalog ve enerji akımı izlenmeden seyircinin sanatı algılaması, anlamlandırması, etkilenmesi birbirinden kopuk ansal deneyimler olmanın ötesine gidemez.”

Bu eleştiriyle başlayan, alanda benzer içerikte ve iddiada bir çalışmanın -bazı karma sergilerin sınırlı içerikle yapılan katalogları sayılmazsa- olmayışı ile kitap, ister istemez “temel kaynak” yanılsaması yaratıyor, beklentilerin daha başta yüksek tutulmasına yol açıyor; bu ise kitabın dezavantajı. Çünkü akademik bir ortamda gerçekleşen çalışma kitaplaştırılırken yazarlarının, muhtemelen ince eleyip sık dokunmadan seçilen öğrencilerden oluşması, kitap ilk bakışta öğrenci çalışması izlenimini vermese de metinler okundukça bu durum kendini hissettiriyor. Örneğin, her metnin farklı bir kalemden çıkması fikir itibariyle zenginlik yaratacağı yerde tekrarların artmasına yol açmış. Kitabın sanat eleştirisinde, sanat tarihi yazımında çalışacak yeni isimleri teşvik etmek gibi kayda değer bir amaca sahip oluşu, teksesli ortam düşünüldüğünde çok önemli ama sözünü ettiğimiz deneyimsizliğin üstesinden gelmek daha titiz bir editoryal çalışma ile mümkün olabilirdi elbette.

Akademik bir ortamda ve akademik kaygılarla oluşturulan, akademik dil ve biçime sahip 2003 – 2004 yıllarında hazırlanan metinlerin güncellenmeden kitaba dâhil edilmesi önemli bir eksiklik yaratıyor. Yukarıdaki alıntıda belirtildiği gibi doğru eleştirilerle yola çıkılarak ve böylesi boşlukta bir parça da olsa açık kapatma niyetiyle hazırlanmış kitap, günümüze kadar yapılan akademik çalışmalara, her gün yenilenen gündeme, her yeni çıkan kaynağa, yapılan her tartışmadan çıkan sonuca, yani tüm akışa göre gözden geçirilmeliydi. Özellikle son yıllarda, 80’lerde çalışan sanatçılar özelinde gerçekleştirilen tezlerin görmezden gelinmesi, kitapta eleştirilen diyalog ve enerji akımının eksikliğinin tekrarına neden olmuş gibi gözüküyor.

Bazı sanatçı metinlerinin, yüzeysel denebilir ölçüde kronolojik bir döküm biçiminde olması, yine akademik bir çalışma için pek kabul edilebilir değil. Derli toplu bir kaynağın, kaynaklara ulaşılabilecek kapsamlı bir arşivin olmayışı gibi imkânsızlıklara karşın çalışmanın zorluğu takdire şayan olsa da hayatta ve ulaşılabilir bazı sanatçıların bizzat kendileriyle ve yine döneme tanıklık eden başka isimlerle görüşülmemiş oluşu, kitabın sözlü tarih çalışması bakımından eksikliğinin göstergesi. Bu ve benzer eksiklikler bir araya geldiğinde, örneğin Füsun Onur için, salt Postmodernizm’e atfedilen biçimlerle uğraşması nedeniyle “modernizmi sorgulayan” denebilmiş ya da senelerdir söylenegelen ve kendisinin de reddettiği “minimalist” gibi bir sıfat sanatçıya kolaylıkla yakıştırılabilmiş.

Duben’in önsözde belirttiği gibi kitapta “her yazarın ele aldığı sanatçıyı kendi yorumuyla incelenmesi” amaçlanmış, bu durum monografilerde tekrarlara yol açmış, “sanatçılar arasında kesişen çizgiler belli kategoriler altında toplanarak” karşılaştırılmamış, “metinler genellikle ince eleştiriye girmeden yapıtları tanıtmayı” amaçlamış ama öğrenciler işlerin birçoğunun ve yerleştirmelerin tümünün orijinallerini görmemiş, görsel malzeme ve söyleşilerden yararlanılmış. “Dolayısıyla bu çalışma bir değerlendirmeden çok tanımlamayı amaçlamış” ve öyle de değerlendirilmeli.

Biçim kolay renk zordur. O halde “YAŞASIN RENK!”

Evrensel Kültür'de yayınlanmıştır..

Bu topraklarda sıçrayan bu topraklara düşer diye bir laf vardır. Etimolojik bir açıklamaya gerek bırakmayan bu söz, ülkemizde pek az sanatçı için sarf edilebilir kuşkusuz. Sözün yalınlığı kadar yalın ve açık, sıçramak fiilinin çağrıştırdığı kadar büyük fikirli ve bu topraklara düşecek kadar buralı sanatçılardan bahsediyoruz. Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi sanatçılardan...
Eyüboğlu’nun, bugünlerde İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’nde, uzun süredir küçük galerilerde parça parça sergilenen çalışmalarını bir araya getiren bir sergi düzenleniyor. 24 Mayıs’a dek devam edecek olan “Yaşasın Renk! Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911-1975)” başlıklı retrospektif niteliğindeki sergide, bu usta ismin ilk çalışmalarından son resmine kadar tüm dönemlerinden örnekler yer alıyor.

Retrospektif sergiyi retrospektif okumak
Dünyanın çalkalanıp durduğu bir dönemde, 1911 yılında Trabzon’da doğan Bedri Rahmi, kaymakam olan babası Rahmi Bey’in görevi nedeniyle Anadolu’nun birçok şehrini dolaşır. 1927 yılında Zeki Kocamemi’nin öğrencisi olması ile bundan sonra her şey resim sayesinde ve resim ile olacaktır. 1929 yılında Akademi’ye giriş, dönemin en usta isimlerinden Nazmi Güran ve İbrahim Çallı atölyelerinde öğrencilik ve ardından Paris yılları. Çağdaşlarıyla pek de farklı olmayan hikâyesi, Türk resim sanatı tarihinin Akademi çizgisinde bir noktasına atar Bedri Rahmi’yi.
Henüz öğrencidir ve Paris’te Van Gogh, Cezanne, Gaugin vd. sanatçıların orijinallerini görmesi onu çağına özgü arayışlara sürükler. Sergide de yer alan bu dönem çalışmalarından örneğin Cezanne tarzını yansıtan bir manzara, Matisse esintili bir nü, ustaları tanımadan aynı kulvarda koşmanın imkânsızlığı ile olmazsa olmaz sayılan bir çabanın ürünüdür. Bedri Rahmi, sergi kronolojik olarak izlenirse de görülebileceği gibi kısa sürede bu arayışlarını başka bir düzeye taşımıştır. Bir yazısında tablonun “çok karmaşık resim meselelerinin bir arada çözümlenmesi” anlamı taşıdığını söyler. “Her resim bir tasarımla başlar” ona göre.
Bedri Rahmi’nin D Grubu ile birlikteliği, grubun beşinci sergisine katılmasıyla olur. 1935 yılında Turgut Zaim ile gruba dâhil olan sanatçının Anadolu’ya ait nakış işleri gibi yerel motiflere kübist denebilecek yaklaşımıyla oluşturduğu resimleri, gruba yeni bir soluk kazandırır. “Kübik köylüler” de çizer örneğin Bedri Rahmi. Kulağa her ne kadar olmaz gibi gelse de, bu iki ucu resimlerinde birleştirebilir.
Savaş yılları henüz atlatılmışken yeni bir ulusu inşa süreci başlamıştır. Halk da devlet de fakirdir. Sanatçının 1943 tarihinde resmettiği bir Ankara görünümü, künyesinde şehrin ismi yazmasa köy manzarası sayılabilir örneğin. Arkada dumanı tüten fabrikalar, her yanı saran elektrik telleri ve önde tozu dumana katmış giden tren ile onu seyreden köylüleri gösteren “İlk Geçen Treni Seyreden Köylüler” (1935) ise kuşkusuz var olan değil öykünülen bir durumun kompozisyonudur.
1937 – 1944 yılları arasında devlet tarafından, sanatçıların ülkenin farklı şehirlerine gitmeleri ve buralarda gördüklerini resmetmelerini amaçlayan “Yurt Gezileri”ne Bedri Rahmi de katılır. 1938 tarihli “Edirne” ya da 1942 tarihli “Çorum” resimleri bu dönem çalışmalarının ürünleridir. Bunun yanı sıra zengin Anadolu motiflerini resimde hakkıyla kullanan sanatçı, böylesi bir eğilimin öncüsü olur. Burada bir parantez açarak, devrimin dinamiklerini halka yansıtmak için girişilen geziler örneğinde olduğu gibi, zamanla devletin sanatı ve sanatçıyı teşvikinin himayeci bir anlayışa indirgendiğini belirtmek gerek. Müdahaleci ve pragmatist tavır, sanata amaçlananın tersine etki eder.
Politika ile sanat arasındaki ilişkinin doğrudanlığı ya da dolaylılığı illa ki uzun tartışmalara meydan verir. Ancak sanatçının salt konu tercihi bile politik bir tavır olabilir rahatlıkla. 1947 yılında ABD’de ölen Türk büyükelçisinin cenazesini getiren Misuri isimli dünyanın ikinci en büyük zırhlı gemisinin gövde gösterisini resmettiği aynı adlı bir dizi tablosunda, bu şaşaayı birbirine giren çamursu renklerle vermesi kuşkusuz sanatçı duyarlılığının bir örneğidir.
Eşi Eren Eyüboğlu ile bu dönemde mimari ile bütünleşen çalışmalara da imza atmıştır. 1943 yılında ilkini gerçekleştirdiği duvar resmine mozaiği andıran pano çalışmalarıyla da devam eder. Sanatçı, yüzeye mozaik taşları döşer gibi uyguladığı fırça darbeleriyle bu anlatım biçimini, resmin uzaktan daha iyi algılanabilir oluşu nedeniyle tercih eder. Sergide, bu biçimi devam ettirdiği, renklerin adeta uçuştuğu tabloları ile, eskiz demek yanlış olur ancak pano uygulamaları için çalıştığı resimlerini görmek mümkün.
“Güzel yararlı olmalıdır” düşüncesini 1950 yılından sonra benimseyerek hem yazmacılık geleneği hem de Bizans mozaiklerine yoğunlaşır. Önceki çalışmalarında da görülen noktacı arayış, mozaik ilgisi ile somutlanır.

Ressam, şair, yazar, hoca Bedri Rahmi
Çağının aydını Bedri Rahmi, ressam kimliğiyle olduğu kadar Akademi’deki hocalığıyla da, kıvrak kalemi sayesinde yazarlığı ve şairliğiyle de sanatçı duruşunun hakkını verir. Anadolu temalarını yoğunlukla kullandığı 60’lı yıllarda şiirlerinde de aynı yönelim görülür. “Seni Düşünürken” (1962) resminde, “Seni düşünürken bir çakıl taşı ısınır içimde” der. Yazı resimlerine de girmiştir. “Torun”(1971) isimli çalışmasında da şöyle der: “Bu Anadolu var ya bu Anadolu / Bu sapsarı sıtma bu masmavi gurur / Ne tosunlar doğurdu ne tosunlar / Daha neler doğurur”.
Eşcinsellik temasının ya reddedildiği ya da geleneksele karşı bir direniş unsuru gibi göklere çıkarıldığı günümüzde, birtakım sanatçılar resimlerinde “kendilerini becermeyi” marifet saysınlar, Bedri Rahmi bundan otuz yılı aşan bir zaman önce “Bahçeler Dolusu” isimli resminde iki kadını dudak dudağa, göğüs göğüse verir ve altına da şunları yazar: “Sevabı nakış gibi işlediler / Günahı ayva gibi dişlediler / Ve hazzı sıcak bir somun gibi / İkiye yardılar ortasından / Bölüştüler”.
Bir yazısında “İşte mağara devrinden günümüzün resmine kadar müzelerde, galerilerde, kitaplarda arayıp taradığımız dört cevher. İşte sanatımızı taşıyan dört direk: renk, leke, çizgi, benek” der demesine ancak bu temel düşünce onu resim yüzeyine farklı malzemeler taşımaktan alıkoymaz. 1964 tarihli “Ey Şeytan”, tuval üzerine akrilik ve kum uyguladığı ilginç bir çalışmadır örneğin. İlginçtir, çünkü Paul Klee’nin “Angelus Novus”una benzer Bedri Rahmi’nin şeytanı. Benjamin’in tarih meleğine gönderme yapar belki de.
1965’te gerçekleştirdiği “Beyaz Güvercin”de ise yine akrilik ve taş parçaları vardır. “Kilimli Soyut”, kilimli yani figürlü soyut nasıl olur sorusuna cevaben mizahi bir çalışmadır. Bedri Rahmi bu kez tuvale kilim, bez, taş, tel ve bir de küçük kap yapıştırır. Bizim bugün alıştığımız türden olan bu uygulamalar, Türk resmi açısından oldukça yenidir.

Soğuk yıllar – Sıcak sanat
Sanatçının bazı resimleri, dünyanın gerilimden kurtulamadığı soğuk savaş yıllarında gülümsetme gibi naif çabayla incelikli bir espri anlayışının ürünüdür. İngiliz anahtarına gönderme yaptığı “Türk Anahtarı”, bir gözü sağa bir gözü sola bakan “Pembe Takkeli Hacı” ya da sol elini bir kubbeli yapıya dayamış çıplak ve hayli şişman “Yahya Kemal” resmi, sergiyi izlerken birden karşınıza çıkıp kahkaha atmanıza neden olabilir.
1970’li yıllarda dönemin hükümetince “milli” sanat kurmanın devlet politikası olarak benimsenmesi söz konusudur. Bu dışarıdan ve dayatmacı görüş, 40’lı yıllarda yapılmaya çalışılandan daha geri bir mevzide değerlendirilebilir; çünkü “milli”likten anlaşılan salt folklorik öğelerdir. Bedri Rahmi ise çoktandır benimsediği özgün üslubuna halel getirmez; onun ustalık payesinin kaynaklandığı nokta, bu anlayışı içselleştirmesindedir zaten.

Sanatçının portreleri ve otoportreleri kuşkusuz apayrı bir yazı konusu olabilecek niteliktedir. Sergide yer alan erken dönem resimlerden Abidin Dino portresi, Dino’nun tarzı ile gerçekleştirilmiş bir portre olması bakımından ilginçtir. Eyüboğlu bu resim ile sanki bir biçimde Dino’nun sanatçı kişiliğine de gönderme yapar. Sergide sanatçının hiçbir dönemine, yaşadığı hiçbir coğrafyaya ya da benzer başka bir kategoriye ayrılmaksızın, dağınık nizamda sunulan tüm resimler gibi portre ve otoportreleri de bir arada görmek, belirli bir çatı altında değerlendirmek pek mümkün değil.

Yaşasın renk!
“Resim sanatını bir cümleyle tarif etmek zorunda kalsam, renklerle düşünebilmek ve düşündürebilmek sanatıdır derim.” Sanatçının bu sözleri, serginin de teması olarak belirlenen renk hakkındaki fikirlerini ele verir. Renk sevgisi, doğa sevgisiyle depreşir. Sanatçının atölyeye kapanmasından, doğaya sırt çevirmesinden rahatsızdır. “Neden tabiatta benzeri olmayan renklerle cebelleşiyoruz!” der bir yazısında. Başka bir yazısında ise bizim ressamlarımızın doğayı keşfe başlamasıyla Batı’nın bundan vazgeçmesinin çakışması durumunun resim tarihimizde hatırı sayılır bir boşluk yaratacağını söyler.
Doğaya ait bir parçanın resmini yaparken sadece gördüğünü çizmez; kokuyu alır, tadına bakar, dokunur, hisseder. Böylece resme bakana da kokuyu, tadı, dokunuşu velhasıl o hissi verir. Sergide görülebilen “Hayat Ağacı” resmi gerçekten yaşayan bir ağaçtır; “gövdelerin ve iri dalların yan yana gelmesiyle heybetli nakışlar doğmuş” diye tanımladığı bir ulu çınarı hatırlatır. Bir şair veya kompozitörden farklı olarak yüzde yüz kendi renkleriyle düşünmek zorunda olduğunu söyler ressamların ve her daim kendi renkleriyle düşünmeye çalışır. Nakışa yönelmesinin ipucunu renk meselesini ele aldığı bir yazısında söyler yine; “Ne tuhaftır ki rengin tek başına insanları büyüleyen bir cevher olabileceğini resim sanatında değil, kardeş sanatlarda, mesela nakışta buluyoruz.”
Resimler sıkışık düzende sunulsa, hiçbir bilgi, açıklayıcı metin vs. olmasa hatta bazı resimlerin künyelerinde tarihleri dahi yazmasa da sergi görülmeye değer. Küçük bir broşür sergiye eşlik etmek üzere hazırlanmış ancak bu da sunumun yetersizliğini gidermeye yetmiyor. Sergi devam ederken basımı tamamlanmamış ve hacimli olduğunu öğrendiğimiz kitap ise tüm serginin bir kitap çalışması amacıyla yapıldığı izlenimi doğurabiliyor. Resimlere kapılıp doğru bir güzergâh izleyebilmişseniz galeride, sanatçının 1975 tarihli son resmi “Mor Han” ile sergiye veda edebiliyorsunuz. Biz de burada böyle yapalım...

Rönesans Bireyinin Destanı

Radikal Kitap'ta yayınlanmıştır..

Ülkemizde yayınlanmış sanat tarihi disiplinine dâhil edilebilecek kitapların en önemli açmazını, okuyucu yani alıcı kitlesini tercihte aramak mümkün. Kuşe kağıda, parlak renklerle kronolojik biçimde basılmış resimler dizisi ve adeta dipnot hacmindeki resim, sanatçı, üslup ve hatta dönem bilgisini içeren kitaplar, popülist yaklaşım örnekleri olarak nitelenebilir rahatlıkla. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan Elie Faure’un Rönesans Sanatı ise bu tavrın cephesine konuşlandırılabilecek nitelikte bir kitap. Faure girişte, kitap ilk basıldığında eserleri yeterince tanıtmadığı yönündeki eleştirilere cevaben, bugün sözünü ettiğimiz tavrı da karşısına alır biçimde, resimlerin kitap boyutuna indirgenmesiyle değer kaybettiklerinden, o nedenle de kitapta eser detaylarını göstermeyi tercih ettiğinden bahsediyor ve devam ediyor: “Şu elinizdeki gibi kitaplarda amaç, ele alınan ustaların tablolarını betimlemek değil, sanatçının tüm yapıtlarının havasını dile getirmektir.”
Özgün adı Histoire de l’art: l’art renaissant olan, ilk baskısı 1979 yılında yapılan, daha sonra 1993 yılında Kabalcı Yayınevi tarafından Yeniden Doğan Sanat adıyla yayınlanan kitap, güncellenerek Rönesans Sanatı adıyla bu kez Zigana Yayıncılık tarafından basıldı. Rönesans Sanatı, Fransız deneme ve sanat tarihi yazarı Elie Faure’un L’art Antique (Antik Sanat), L’art Medieval (Ortaçağ Sanatı), L’art Moderne (Modern Sanat) ve L’esprit des Formes (Biçimlerin Ruhu) adlarıyla 1909 – 1927 yılları arasında aralıklarla yayımlanmış toplam beş ciltlik dizisinin üçüncü kitabı.
Faure, İtalyan “Yeniden Doğuş Çağı”nı, sosyal-toplumsal ortam ile döneme ve çevreye ait koşulları didikleyerek aktarıyor. Rönesans’ı sınırları belli, zihnimizde donup kalmış bir tarih aralığı olmaktan çıkararak tanımlarken, tarihin “durmadan çarpan bir yürek” olduğunu hatırlatıyor. Ancak yazar, ne Rönesans’ı ne de Rönesans sanatını idealize ediyor! Faure’a göre Rönesans, Ortaçağ’ın büyük karışık birliğinden çağdaş dünyanın kargaşasına geçişteki, bireyler ve sanat ekollerinin ortak görevde oynadığı rolü belirlediği heyecan verici bir nokta!
Yazar, dönemin en önemli sanatçılarının tutum ve tavırlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini, hikâyeleştirmeye kaçmadan tutturduğu dil ile öylesine gözler önüne seriyor ki, okuyucu olayların doğal akışına tanıklık ederek tarih ve isim ezberlemekten kurtuluyor, doğal bir farkındalık kazanıyor. Bu usta yazarın derdi, Rönesans’ı anlatmak değil yaşatmak sanki. Canlandırdığı sahnelerle, bugünkü koşullarda ayırdına varamayacağımız olguları gösteriyor. Kitabı okurken, örneğin Paolo Uccello’nun perspektif çizimlerinin uyandırdığı şaşkınlığı hissedebiliyor ya da birçok ressamın birbirlerinin eserlerini görmemiş oldukları gerçeğini hatırlayarak hayretler içerisinde kalabiliyorsunuz. Faure’un yaklaşımının en önemli özelliği ise samimiyeti. Giotto “ölümsüz bir ‘an’ı özetlemiştir ona göre. Leonardo da Vinci’nin “gizemsiz resmi, resim sanatının gizemidir, insanlığın gizemlerinden biridir.” “Yeryüzüne Michelangelo kadar az gizemci, onun kadar çok dinci adan gelmemiştir.” Sandro Botticelli kadar “hüzünlü” bir anlatımcı yoktur. Raffaello’nunki gibi duvar resimlerini ancak “mutlu bir adam” yapmış olabilir.
Kitapta ayrı başlıklar halinde, Floransa, Roma, Venedik ekollerini, Fransız ve Felemenk sanatını, Alman resmini yine birbirleriyle olan etkileşimler içinde tasvir ediyor yazar. Dinden beslenen ve dini besleyen Hıristiyan resminin ekol ve kişilere özgü tanımını yapıyor. Coğrafi farklılıkların egemen olduğu bir dönemde perspektifini bu doğrultuda çizerek, Vassari’nin “sanatın yeniden doğuşu” olarak adlandırdığı zamanın gerçeklerini de dekor olmaktan çıkarıyor. Tarihin kırılmalar, atlamalarla süregeldiğini söyleyerek farklı coğrafyalardaki farklı ilerleme çizgisine ışık tutuyor. Malraux’yu da etkileyecek olan, sanat yapıtını “uygarlık tarihinde bir an” olarak okuma fikrini salık veriyor.
Rönesans Sanatı; antikiteden beslenerek, sanatı yeniden hayatın kanlı-canlı formuna sokma çabasındaki Rönesans bireyinin tutkulu ve zaman zaman esrik destanını okumak isteyenler için.

Rönesans Sanatı
Elie Faure
Çeviren: Bertan Onaran
Zigana Yayıncılık, 2007
343 sayfa

1 Ocak 2008 Salı

Media And Art

Bu metin, 12 Aralık 2007 tarihinde, Bupyong History Museum'da düzenlenen "The Formation and Criticism of Korean/Turkish Contemporary Arts" başlıklı sempozyumda sunulmuştur.

Introduction

I wish that we could mention about a media, which could realize its own self-control mechanism with esthetics / ethics, intellectual / cultural concerns. Although it seems as a definite judgment, it is obvious that the media in Turkey now is not quite interested with these adjectives. While touching the mentioned situation, as the scope of this text will be kept within the frame of the relations between Turkish art and Turkish media, it is not possible to take at hand the structure of the media area proper to itself, its contradictions or problems.
It may be said that the relation between Turkish art, and newspaper, magazine, radio, television and internet being defined as media dates far back unilaterally at first stage, I mean form the perspective of the art’s finding place at media. The discovery of the media by the art is much later.
In1980s, the ending of the isolation at Turkish art in 1960s and 1970s is directly proportional with the starting of the media sector to grow after this period, too. However, within time the art and media relation doesn’t present a healthy appearance at the result of capital’s starting to perpetuate its domination through media tools.
In our day, while the reality and image exchange their places, it will be appropriate to suggest ideas about both the current situation of the relation between art and media, and how it should be.

How can we define the media?

The media can be defined as a common name that covers all press organs such as radio, television, newspapers and magazines that provides the communication with masses. A qualitative transformation was realized with the participation of the radio, television and internet to the press at the measure of possibilities, which provided by the technology within time, the meta-concept having the name media occurred.
The starting of the media to participate to legislation, law enforcement and adjudication trio as the forth force after the 2nd World War, by 1950s started a process evolving into the media of our day. The aim of the media, whose basic function is information-experience communication has changed with the domination of liberal market circumstances almost all around the world and with the inevitable effects of Postmodernism; the media has passed to the position of idea and thus ideology producer. The putting forth of Baudrillard, who said “Today there aren’t stage and mirror, instead of them, there are screen and communication network” at his writing dated 1980, that Iraq War is nothing but a war simulation happening at the media only is an example exposing obviously in front of eyes the “serious” situation that the media took at our day.
In Turkey, while the press was an important and independent power until late period, with the military intervention of September 12th 1980, having been lived caused the original ideas to lose blood extensively. While the voice of the opposition was cut, the depoliticization process reflected to media, too. After this period, the process that can be called “the media’s becoming enterprise” was implemented; the media gained a new form as its examples at the world with the entrance of the holdings to media since 90s especially. The monopolization at its institutions caused the media to go after its own profits and aims instead of serving to public benefit, the independent and original ideas were blocked.
The television entering to Turkey since mid 1970s was spread within short while; while state channel TRT stayed unique for long years, numerous private channels were opened with the inclusion of the capital since 1990s.
Today “independent” newspapers, magazines or televisions channels in Turkish media endeavor to perpetuate their existences with their own possibilities, to continue their missions to be the alternative of big media that have become holding.

Art in Turkish Media

How much and how does Turkish Media allocate place to the art? While the answers of these questions are searched, the general properties of the media being tried to be defined are faced inevitably. While the becoming holding makes the greed of earning the principal target of media corporations, this process overlapped with depoliticization of the society starting with September 12th 1980 intervention and the society’s “being rendered ordinary”, and with the trailing of the mass culture to “degeneration”. While gossip news are called “magazine” today in general of Turkish Media, the singers singing popular music kinds, I mean entertainment market producers are called as “artist”. The real art, culture and even architecture are marginal matters for contemporary media.
Certainly, it is not possible to evaluate the media having the power of influencing and directing the societies, in a single basket. On one hand the media corporations the most read, the most watched, the most listened however inside vision and information dirtiness, on other hand educative, informative, promoting media corporations stand.
While there are monetary or moral concerns proper to themselves at corporations’ giving place to the art, the buyers’, i.e. the society’s choice does not result pleasantly. For example at Milliyet newspaper, which is one of the biggest three Turkish newspapers, a news that is dated 18th June 2003 under the title “The Choice of The Youth Is Magazine” took place. The article at the news said that “According to a research having been conducted at Selçuk University, the youth find the magazine news being published at media much more interesting than art, science and economy news...” This situation may have several reasons, however what is ironic is Milliyet Newspaper’s allocation of place to culture and art news for last few months and only half a page daily.
The evaluating separate media kinds by taking at hand one by one will lead us to healthier results.

Televisions

A questioning with some television channel editors in Turkey upon the relation of media and art presents interesting information.(Art and Media”, Prepared by Bilge Aydoğan, Nilgün Yüksel, rh+sanat magazine, issue 9-10, 2004) According to this, for example TRT 2 that amongs the official channels of Turkish Republic carries the traces of the “culture – art channel” mission that it adopted periodically. While the art programs at televisions are limited with cinema generally, at TRT 2 many programs taking at hand painting-sculpture and contemporary art exhibitions, alternative projects, city, architecture history, theater and stage arts take place. TRT 2’s giving place to these programs, its aiming social education, cultural enrichment are required according to its official broadcasting policy being determined.
It may be claimed that the selection for the activities to be broadcasted at art programs taking place at TRT 2 is healthy; the innovative works from different sections, having universal values are selected for presenting among intense information flow. The bigness or smallness of the activity may be determinative, too.
Kanal D, which is one of the four big national channels of Turkey is a private television channel claiming to broadcast “in direction of spectator demands”, and allocating less place to art due to little demand of the spectator. No art branch except cinema, doesn’t take place at news bulletins of Kanal D, which allocates place to culture and art when they aim entertainment and speculation.
Show TV, which is another one of the biggest national channels at the country behaves with “rating” concern, too. Almost no place is allocated to culture and art. Other two channels ATV and Star TV conduct similar broadcasting policies, too. The concern of being watched directs the managers to behave in direction of popularism. For instance “Picasso is at Istanbul” exhibition, which is loaded sensational values with a big PR campaign may find place at all channels.
While this is the situation of big television channels, there are also private channels with news heavily having the principle of giving place to culture – art. CNN Turk, TV 8, NTV, SKY Turk lead these ones. At these channels, there are privileged programs for plastic arts. These programs being broadcasted without concerning the calculation of watching value stand generally as long as they are supported by private capital, i.e. sponsorship system. At the result of this, for instance at a program, where a bank is sponsor, the exhibitions of the art gallery of that bank, the concerts at its culture center and the presentations of the books being published by publishing house of the same bank have priority.
The opening of big media monopolies more than one and specific channels is the point at issue. For instance D Plus television being linked to Kanal D was implemented with the claim of being culture art channel. The existence of an independent art channel is as joyful as the power of the monopolization being lived, which is able to influence art medium is worrisome, too.
With all of these, the “punishment”s of Supreme Council for Radio and TV Broadcasting (RTÜK), which follows the media within the framework of general principles and, which applies sanctions to programs attract attention. RTÜK obliges to broadcast documentary instead of the programs that it doesn’t approve, by canceling their broadcasting. However this “obligation” is denied by the society and the documentaries are not watched, the “rating” of the channel decreases.

Newspapers

While the owners of the newspapers were generally journalists in Turkey, since 90s the patrons changed and the names outside of communication sector have a voice in the area. Around liberal ideologies that the persons adopted, the newspapers are reduced into the situation named “painted press” within time, too.
The presence of a culture – art page at Ulus newspaper that starts its publishing life in 1935, i.e. a short while after the foundation of Turkish Republic is an important example from the perspective of the recently founded state’s conducting enlightenment policy through culture and art. Again the culture – art publishing policy of Cumhuriyet newspaper starting to be published in 1924 and still being published in our day has a similar quality. With passage to multiparty system since 1950s, the newspapers increased, too, however the place being allocated to culture and art decreased inversely proportionally. This process determined the period extending till our day.
Today just as the concern of televisions to be watched, the newspapers holds the essence of being bought primary at their publishing policies, they give place to news of the kind that the majority wants to read, too. Along with the contemporary political and social news, the sport pages being limited with football generally, the television page regularly, the magazine news descending to gossip level from time to time take place at front pages. The place that is allocated to culture and art at some newspapers is once a week and heavily in form of cinema “agenda”, I mean that it informs about, which activity is where. Among 26 national newspapers being published in Turkey, only four of them continue to make culture –art page steadily. These are Radikal and Birgün newspapers together with Milliyet newspaper again, which doesn’t pass half a page mostly, along with Cumhuriyet. They consider a hierarchical ordering, and the culture art pages are left to last pages.
The biggest problem of the newspapers making culture – art pages or giving place to a single news form time to time is their lack of reporters, who are expert in art area. This situation may cause misevaluation and wrongly reflecting of the art upon not being able to have a command of the language of plastic arts proper to itself.
The not being institutionalized aspect of the art criticism in Turkey, the scarcity of the names in this area and the rarely allocation of place to them at newspapers point out to a separate problem too.

Art Magazines In Turkey

The cultural enlightenment aim of the recent Turkish Republic brings art magazine business in Turkey to as old times as newspaper business. In 1939 “Güzel Sanatlar Dergisi” being published by “General Directorate”, which depends on Headship of Fine Arts Education (which is the today’ s Turkey Ministry of National Education), is quite important with its big size, offset paper and some colorful pages. The culture art magazines continuing to be published periodically by Ministry of Culture later were pioneer in creating a medium for spreading, comprehension and discussion of Western art in Turkey. Because, despite a radical art school like Sanayi-i Nefise Mektebi that have been established in 1882 at the country, the students could not see the artworks at West, and the state tried to cover this gap with colorful reproductions that it published. The heritage of this line provided its continuality of art magazine business at the result of private initiatives for decades although by dragging.
The art magazines are important from the perspective of being an area, where the artists may express themselves, due to closed aspect of the press to the art. It may be determined that most of the magazines being published so far came out by the initiation of the artists. Some of them are “Sanat ve Sanatçılar”, which was began to press in 1960s by Adnan Turani, and after, as the chronicle order; “Kalın” of Mehmet Güleryüz, “Sakala” of Bedri Baykam, “Boyut” of Jale Erzen, “Art-İst” of Halil Altındere-Vahit Tuna. Again there are also magazines such as “Sanat Çevresi” and “Dipnot” being published by art people. Art gallery owners brought different breaths to the area with the magazines that they publish. “rh+sanart” of which I am the editor, along with this “Türkiye’de Sanat”, “Artist”, “Cey” magazines may be counted. Some magazines such as “Plato” are published with the efforts of collectors. These magazines being published still in our day could have really independent and alternative voice as well as they could last their existences because of the owner’s conducting “prestige” aim.
We should add “Ankara Sanat” magazine, too, which marked an era with being published not at İstanbul, but in Ankara at 1970s, and with the respectable place that it acquired.
It may be said that almost all art magazines in Turkey address to “high culture”. However, when this is the point at issue, the magazines such as “Art Decor” and “P Sanat” are the leaders. These magazines having place inside curiosities and auction sector, give an image of reinforcing the consumption culture with both their advertising, sale and publishing policies.
“Milliyet Sanat” magazine being published for quite long while have the same name than a private newspaper, it is the magazine of the same media monopoly. The magazine, which was questioner, open to discussion, informative, keeping consistency in 1970s couldn’t escape from the influence of popular culture, and has got a speculative aspect with both its form and content. The slogan that “Milliyet Sanat” magazine used lastly is “The magazine, which doesn’t separate the popular one and not popular one”. This is not quite possible certainly!
“Sanat Dünyamız” magazine that Yapı Kredi publishes for its own name as a private bank continues to its way steadily for longtime. “Sanat Dünyamız” had an aspect of a certain quality at the result of the efforts of its editors so far, but it is a magazine not being able to voice independently due to not being able to keep the distance with the capital as being a bank magazine.
In Turkey, the art magazines’ not being sustainable in the long run, their being published with individual sacrifice, their difficulties in catching a certain quality originate from not being able to provide the monetary conversion for providing continuality. The main reasons of this are the smallness of the reader mass unfortunately, the limitation of advertisement and sponsor supports. There is a striking data at “Humanitarian Development Report” being prepared for United Nations Development Program (UNDP) by Turkish Economical and Social Etudes Foundation (TESEV). According to the report, it is proved by numbers that 49, 3% of the youth between ages 18-30 are television watcher; however 11% read an art magazine. The smallness of reading habituation is only one of the consequences of the popular culture production.
The monetary limitation of the art magazines brings to the critics, the fact of not taking copyright fees from the articles being published at the magazines and this is a big concussion to criticism institution. The introverted past of the Turkish art market, not being able to capitalize, thus art’s not becoming enterprise, the lack of an culture industry yet kept the budgets at small scale. This creates a contradictory situation such as the capital’s support for the art that it desires, and it may lead us till questioning the art.
It may be said that almost all magazines being published at different areas in Turkey give place to culture - art news at changing scales. It is necessary to underline separately that this is joyful from the perspective of the formation of art spectator.

Internet

We may put the internet advancing rapidly on the way of being the biggest media with changing and developing technological conditions of our day, at an important place in inclusion of art matter. Today, the internet being applied billions of times by millions of people at Turkey as at each country has the position of basic source reachable by everybody, that everyone, who wants may take place as they wish, too. In fact although it is very recent, almost all artists, art galleries at Turkish art medium that discovers internet technology have their own web sites. Of course this is joyful from the perspective of being able to reach the first source directly.
When we add internet into the evaluation at matter of art journalism, we face the big news portals; although there is “culture - art” clause at main menus of all news sites, it can be seen that what are claimed about daily newspapers are valid for these sites, too. I.e. the news is selected generally at random and takes place at formats not passing beyond presentation. The fact that even several big sites don’t renew their culture – art agendas daily is an inconvenient situation additionally.

The Disappearance of the Frontiers in Media – Art Relation: The Art of Media and the Art That Takes Media as the Subject

Now the art has a much more interdisciplinary identity compared to the past. It enters into the areas of social sciences form time to time as well as it is nourished from them. The relation between media and art is brought to a different form in our day by art’s discovery of the media as a new “medium”. At this point, the matter may be better understood with a few different examples givable from Turkey.
A new kind of art so called “The Art of the Media”, existing at digital mediums and of interactive quality has been formed in our day. A typical example to be given to this kind of art, where the artist uses the image as an abstraction means and where the material of the art changes completely, may be internet art. NOMAD, which works with a production network that it built through digital art in Turkey, is the name of the art formation, where a group of artists form different nations may be together. The group produces common projects with artists and curators from Middle Eastern countries such as Lebanon, Egypt, Israel, Palestine, and one of the last works of NOMAD was an internet site that they formed with the aim of protesting the attack of Israel to Lebanon last year.
In media – art relation other than the art’s making exist itself at a media medium, the taking of art the media as subject by pulling the media into its own frontiers is the point at issue. One of the best examples to be given at this matter is the work of artist Serkan Özkaya at 8th Istanbul Biennial in 2003. The artist drawing by hand anew whole cover page Radikal Newspaper dated September 21st made reference to media by providing the publishing of the newspaper like this that day and its distribution at the Biennial. The artist both approves and questions with this work the newspaper that he defines as “at the position of being the writer of daily history”. Özkaya, who said “The plastic arts don’t pass beyond one-two pages of one-two newspapers. There isn’t a developed system. We may say definitely that there isn’t a conscious ‘reader mass’ ” about art – media relations in an interview being made beforehand was indicating that he wanted to convert the newspaper into the “image of the reality” with this work of him.
An exhibition having been realized at Turkey In 2006 was a quite successful, interesting example from the perspective opening to discussion media and art relations. If we summarize briefly; firstly before the start of this exhibition named “Hacet”, the press release containing short information about the concept, dates, site of the exhibition and the artists taking place, together with their works, reached all press establishments. Later the information at the press release being written with a complex language found large place as unsigned news at newspapers, magazines, television channels and internet sites. Soon the signed interpretations started about the exhibition, which wasn’t opened yet. However, the difference of this exhibition from other ones was exactly towards showing the deficiencies of the media in taking the art at hand; because there wasn’t in fact such exhibition as “Hacet”! While a part of the artists having been indicated to participate were not even artist, the address of the exhibition was invention! When the non existence of the exhibition was declared with a second press release, the discussions towards the name owner of this idea Fatih Balcı, who introduced himself as the curator, arose this time at media organs. Because, he was accused by “deceiving the media”. Later Balcı said that they made “a completely simulative exhibition at Postmodern times” and that they aimed to decipher “the media having entered between the spectator and art fact” at an interview having been held with him (“Absent Exhibition Method, Reporter Rafet Arslan, rh+sanart magazine, issue 35, December 2006). This was possible with media again.

Conclusion

These clauses at “Humanitarian Development Report” having been published by Turkey Economical and Social Etudes Foundation in 1999 are interesting from the perspective of summarizing the relation between media and art: “The negative development being created by the art’s reaching large masses at the result of technological developments may be mentioned, too. In direction of this development, which may be defined as merchandization of the art, the artistic production originating from the own cultural accumulation of the folk –that we may define as folk art examples- started to disappear more and more and the commercial value criteria were valid at art area. At this point the media has responsibility as well as the state has, too. The values being put forth, exalted by media are determinative at art of our day. However in media, too, the quality must be at foreground just as it should be the case at the art institutions of the state.”
After what are said about the basic character of the media at Turkey and the forms of media’s taking the art at hand, a situation, which may be especially underlined is the fact that the visual elements being used with advertising and presentation aims in our day, and the art approach to each other more and more. This situation is supported by a section from art medium also which desires the harmonious relation of the art with advertisement sector. While the two areas are mixed up with each other, the existence reasons of the art and advertisement are intermingled, and this situation causes the people living at metropolises especially to be bombed with both every kind of media tools and numerous images at streets. As a result the artistic works become invisible inside this abundance of image.
While the art that media institutions don’t prefer to present have difficulty in meeting with the spectator, the works being able to achieve this become acceptable without questioning.
For a healthier art medium and the development of the art – media relation, all of these facts must be absolutely opened to discussion at whole world, mainly in Turkey. At a time being indexed to consumption, the “products” of the new media started to be spectator or reader now, too. However the obstruction of the whole of profit aiming relations will form the healthier form of relation too between the art and media.