28 Şubat 2010 Pazar

“Bu sergi benim affetmeye olan ihtiyacım”

Milliyet Sanat dergisinin Şubat 2010 sayısında yayımlandı..

Acı, bir kişi için de olsa acıdır; canı yanan bilir… Kaldı ki canı yanmış olan bir değil binler, yüz binler olsun… Aradan bunca zaman geçtikten sonra, sadece görenlerin değil öğrenenlerin bile yüreğini sızlatan bir acı, acaba durumdan muzdarip tek kişinin canını ne kadar yakar? Sorulacak çok soru var. Bugün “biz”e ait toprakların dün en az bizim kadar sahibi olan Ermeniler bu topraklarda yaşamıyorlarsa artık buralı değil midirler? Onca yaşanmışlık nerede saklıdır? Gerçeği yaşatmak için bir kişi bile yetmez mi?
Silvina Der-Meguerditchian, 1915’te Anadolu’dan tehcir edilmiş 972 bin Ermeni arasından bir ailenin çocuğu. Buenos Aires’de doğmuş ve Berlin’de yaşayan sanatçının bir bellekle, bir affetmeyle, bir uzlaşmayla başa çıkma deneyimini yansıtan “Aferin Yavrum” sergisi BM Suma Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde 5 Şubat’ta açıldı. Sanatçının Türklerle iletişime geçtiği 20 yıldır biriktirdiği fotoğraflar, belgeler, videolar, yerleştirmeler ve nesneleri içeriyor.

Ait olduğunuz topraklardan çok uzakta dünyaya gelmişsiniz. Kısaca tehcirin ailenize ve size etkisi nasıl oldu? Büyüklerinizden neler öğrendiniz?
Antep, Maraş ve Sivas’taki topraklarından sürülmüş Ermeni bir ailede dünyaya geldim. Ailemden zorlukların üstesinden gelmeyi, esnekliği, gerektiğinde en baştan başlamayı öğrendim. Ne kadar sert vurulursa vurulsun, her zaman yeniden ayağa kalkmalı ve devam etmeliydim. Doğu müziğinden, yemeğinden, kalabalık buluşmalardan dayanışma duygusunu, konukseverliği, doğu kültürüne özgü aşkı öğrendim. Yaşama saygılı olmayı, yokluğu, adaletsizliğe karşı toleranssızlığı öğrendim. Çok şey öğrendim ama sanırım bende iz bırakan en önemli şey “sebat” oldu. Varoluş söylemim. Ailem sıfırdan başlamak zorundaydı. Dedelerim Arjantin’e giderken çok kıtlık, sefalet çekmişler, tabii babalarının, kardeşlerinin, amcalarının yokluğu da cabası. Bir coğrafyadan, insanlardan uzaklaşmak oldukça güç olmuş ama en önemli yük, zorluk, “ocak”tan ayrılmak ve aynı zamanda ölenlerin yerini doldurmaya çalışmakmış; adaletsizliğin provoke ettiği bir acizlik hali…

1990’da Berlin’e yerleşene dek Türklerle hiç iletişime girmemişsiniz. Bunun nedeni nedir?
Arjantin’de o dönemde Türkler ve Ermeniler bir araya gelmezdi. Gerçeği söylemek gerekirse bugün de pek bir arada oldukları söylenemez. Ayrıca Türkler tabuydu. 1915 ve 1916’da ailemi öldürmüşler, sürmüşler, göçe zorlamışlar… Tabii çevremiz, dostlarımız bizler gibi göç eden insanlardı. Böylesi bir durumda Türklere karşı sempati beslemek biraz zordu. Ayrıca 20’li yaşlarıma kadar Buenos Aires’de yaşadım, yani küçüktüm ve bu durumu pek sorgulamadım. Bu daha sonra, kişisel olgunluğa eriştiğimde, merakım dolayısıyla gerçekleşti.
1986’da Berlin’i ilk ziyaretim ile “İşbirliği İçin Küçük Şeyler” koleksiyonumdaki ilk hikâye ortaya çıktı. Çünkü dilini bile konuşamadığım tamamen yabancı bir yere geliyordum. Mecburiyetler beni sezgisel olarak bir döner dükkânı aramaya ve onlardan yardım istemeye itti. Çünkü Türkçe benim için tanıdıktı.

2005’te İstanbul’a geldiğinizde nelerle karşılaştınız? Önyargınız var mıydı?
Bana tanıdık gelen pek çok şeyle karşılaştım, dilin tınısı, çocukluğumdan tanıdığım pek çok sözcük, yemekler... Sonra dedemin nargilesi… Çok sevdim.
Elbette önyargılarım vardı. Hatta ilk zamanlar kimseye aslen nereli olduğumu söylemedim. Arjantinliyim dedim. Çünkü Türkiye’de Latin Amerikalıların sempatik bulunduğunu fark ettim ama Ermeniler için aynı şeyi söylemek zordu.

“Aferin Yavrum” sergisi nasıl ortaya çıktı? Bu ismi seçmenizin nedeni nedir?

52. Venedik Bienali’nde Beral Madra’yla tanıştım. Bir sergi fikrinden bahsetti. Ben de Türkler ve Ermeniler arasındaki ilişkilerle, 1915’te olanların, ailemin ve çevremin gölgesi olmaksızın, benim Türkiye kültürü üzerine düşündüklerimle ilgili bir proje üzerinde çalışıyordum. Sergi buradan hareketle oluştu.
“Aferin Yavrum” ismi ise büyükannem Agavni’nin -kendisi Sepastia yani Sivaslı’ydı, sürgündü, babası ve annesi sürgünde yolda ölmüştü- küçüklüğümde iyi bir şeyler yaptığım zaman bana hep söylediği sözdü; oradan çıktı.

Sergiden kısaca bahseder misiniz?
Serginin heterojen bir dili var. Video ve fotoğrafın yanı sıra yün ve kâğıt işler var. Bu görsel bir düşünüş, bir söz. Her şey birlik etrafında döner, farklı uçlar bir araya gelir, kırık olan, yanmış olan yeniden inşa edilir. Çalışmalarımın anlam olarak özeti budur.
Sergide ailemden, büyüdüğüm, yetiştiğim, yetimler ve hayatta kalanlar tarafından inşa edilmiş bir dünya olan diasporadan söz ediyorum. Antep’te, Maraş’ta, Sivas’ta… dünyalarını kaybeden insanların hüznünden bahsediyorum.
Sergi kendimi yeniden bulmanın, bende eksik olan parçayı yerine koymanın gerekliliğini içeriyor. Kayıp, yasaklanmış, örtülmüş bir dünyada hem de. Affetmeye olan ihtiyacım... Bir videoda annem, Türkçeyi sadece dinleyerek nasıl öğrendiğini ve bildiği Türkçe atasözlerini anlatıyor. “İşbirliği İçin Küçük Jestler” serisini çalışırken, kendime görsel bir dil oluşturabilmek için yıllarca bildiğim her şeyi yıkarak, deneyimlerimi temel aldım. Kuşkularımı mahkum ederek yaptım bunu.
Sergide insanların mail gönderip görüşlerini açıklayabilecekleri bir çalışma daha kurguladım. Bu görüşleri: “littlegesturesofcooperation.blogspot.com”da yayınlamayı planlıyorum

Ortada hala büyük tartışmalar yaratan ve tabu olmaktan çıkamamış bir problem var. Bunu izleyiciye aktarmak için benimsediğiniz sanatsal dil ile konuyu “estetize etmek” ya da tam tersi “etmemeye çalışmak” gibi bir kaygınız oldu mu?
Sanat fikirlerin ve hislerin ortaya konulabilmesi için çok önemli bir araç ve ben de sanatçı olarak “estetize” etmedim, sadece kendi görsel dilimde ilerledim. Ben bir gazeteci ya da söyleşi yazarı değilim. Kuru ve steril dil, ki son zamanlarda çağdaş sanatlarda çokça kullanılıyor, benim sanatçı duruşumla örtüşmüyor. Sanat niçin sanatsal refleksiyona ihtiyaç duyar?! Basite indirgenmiş, kabaca yapılmış ya da insanların duygularını yumruklamak için şoke edici şeyleri kullanmayı sevmiyorum. Ayrıca bunu medyanın zaten yeterince yaptığını düşünüyorum. Bence sanatın yapılanları, düşünceleri, yaşamları başka bir gösterme seviyesine yükselten bir rolü var.

52. Venedik Bienali’nde Ermeni diasporası sanatçılarının ilk uluslararası sergisinin küratörlüğünü yaptınız. Bundan bahseder misiniz?
Açıkçası hiç kolay bir süreç olmadı çünkü diaspora tarafında da Ermenistan tarafında da bugüne kadar kimse, ne entelektüel ne de organizasyon anlamında böyle bir girişimde bulunmuştu. Koordinasyon vb. birçok zorluk yaşandı ve maalesef sonunda da bir duvara çarptı. Umuyorum ki gelecekte şartlar değişecek ve gelişecek.

Son yıllarda Türk siyasetinin Ermenistan ile iletişim için attığı adımlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence olumlu gelişmeler. Ülkeler arasındaki iletişimin yeniden sağlanması toplum tarafından gayet iyi karşılanıyor. Bu sergi, sanırım insanların bizim birlikte çalışabileceğimizi görmeleri, önyargıların kırılması adına önemli. Bu gibi iyi niyetle gerçekleştirilmiş deneyimlerle insanların yaşanmış kötü olayları unutması mümkün. Türk yönetimi sadece sözle kalmayıp eylemde de bulunmalı ki karşılıklı güven ortamı sağlanabilsin. Söz ile eylem birliğinden hala emin değilim ama inanmak isterim çünkü zaten gereğinden fazla güvensizlik var zaten.

“Kimlik krizi” yaşamınızı belirleyen bir olgu oldu mu?
Belki gençken biraz yaşadım ama şu anda iyi biliyorum ki ait olduğum kültürler uçsuz bucaksız. Hem ait olduğum hem de öğrendiğim kültürleri saklamaya gayret gösteriyorum; elbette Türkiye’ye ait olanı da.

Türklere karşı aşırı tepkili olduğunuzu fark ettiğiniz zamanlar oldu mu? Bir özeleştiri yapma ihtiyacı hissettiniz mi hiç?

Sanırım evet. Tepkilerim oldu. Ama eylemsel anlamda tepkisel olmamaya çalışıyorum. Nedensiz biçimde kimseye saldırıda bulunmamaya çalışıyorum. Gözlem ve anlamaya çalışmak, acılarımı çözüyorlar. Zaten yaralar böyle böyle iyileşecek.

Hrant Dink ile bir konferansta tanışmışsınız. Kendisinin ölümü size neler hissettirdi?
Çok üzüldüm. Üstelik tam da Türkiye’ye yaklaşma sürecimi planlarken gerçekleşti bu kayıp. O çok büyük bir kişilikti. Sadece ilişkilerin gelişmesi sürecindeki bir kayıptan bahsetmiyorum aynı zamanda böyle bir insanı kaybetmenin acısı da çok kötü.

BM Suma/5 Şubat-4 Mart


İspanyolcadan çeviri konusunda yardımları için Sibel Castro’ya teşekkürler