31 Aralık 2011 Cumartesi

Vasıf Kortun / "İstanbul" Bienali hakkında

Elif Dastarlı: Aslında söz vermiştim spekülatif sorular sormayacağım diye ama bunu sormak zorundayım; yer problemi çözülebildi mi? Oluyor mu bienal?

Vasıf Kortun: Yer problemi çözüldü.

ED: Nereler var peki?

VK: Platform Garanti’yle başlıyor. Sonra İtalyan Dayanışma Derneği var.. İstiklal Caddesini kesen sokaklardan birinde yine, küçük bir tiyatro binası...

ED: Biliyorum orayı sanırım, evet güzel bir binadır. İtalyan İşçi Derneği diye biliyordum orayı...

VK: Deniz Palas var. Esra sarıgedik’in daha önce sergi yaptığı Bil’s in yeri var. Garanti Bankası’nın Bankalar caddesi üzerinde kullanmadığı bir binası ve İletişim Yayınlarının kullandığı, Tophane’de eski Kavala tütün deposu var, Bir de İstanbul Modern’in çaprazında, kara tarafında antrepo binalarından birinin ilk iki katı var. Ancak o bina aslen misafirperverlik alanı temelde. Özellikle bizim projelerimiz için değil. İstanbul’daki diğer büyük sergi ve etkinlikleri kapsayacak.

ED: Tarihi yarımadaya taşmıyor bienal yani...

VK: Hayır! Oraya hiç gitmiyoruz.

ED. Şöyle bir haber geldi kulağıma, dedikodu mahiyetinde tabi ama; Hafriyat grubu elinde dosyayla bienale katılmak için başvurmuş, yer bulun denmiş ama sonra bulamamışlar. Var mı böyle bir şey?

VK: Bu da dedikoduya giriyor. Kim dedi onu?

ED: Bazı mihraklar...

VK: Hiç cevap vermeyim buna.. Antrepo binasını Hafriyat gibi projeler için aldık. İstanbul’da bienal olduğu zaman büyük mekanların hepsini kapatıyor bienal bir anlamda. Biz tam tersine, küçük mekanlara çekiliyoruz, büyük mekanı, bizim misafirperverlik alanı, dediğimiz yeri diğer projelere sunacağız. Hafriyat o projelerden biri. Halil Altındere’nin bir sergisi var, dışarıdan gelen dokuz okulun workshop sonuçları, kitap tanıtımları ve geçici etkinlikler var.

ED: Yurtdışı okulları mı?

VK: Evet, 3 bin metrekare alandan feragat ediyoruz, o mekanın kirasını ödüyoruz. Eğer, örneğin İstanbul Modern kapsamlı bir Türkiye sergisi yapsaydı üzerimizde böyle bir baskı hissetmezdik.

ED: Geçenlerde bienale katılan Türk sanatçıların isimleri açıklandı ve orada da şu tür eleştiriler geldi kulağıma. Aynı isimlerin olduğu söyleniyor. Ben de baktım isimlere, evet, bu dikkati çekiyor.

VK: Henüz gerçekleştirilmemiş bir uluslararası bir serginin içinden beş altı kişiyi izole ederek hesap soranlara cevap vermek zor ama gene de deneyeyim. Ancak, bunun aşırı milliyetçi ve ayrımcı bir refleks olduğunu da düşünüyorum. Serkan Özkaya ve Şener Özmen daha önce bienale katılmadılar. Oda Projesi geçen bienalde değerlendirilmedi ve bu kez bir kitapla katılıyorlar. Hüseyin Alptekin yıllardır İstanbul üzerine uğraşan bir sanatçı. İlk ve son bienaline 1995’te bienale katılmıştı. Halil Altındere bir videoyla katılacak. Halil Altındere Türkiye’nin en önemli sanatçılarından biri, o da 97’den beri herhangi bir sergiye katılmadı. Ve katılmaya da bayılmıyor zaten, zorla aldık. İstanbul Bienali sadece İstanbul Bienali’nin yaptığı sergilerle kısıtlı değil. Yapmaya çalıştığımız, gazeteyle, misafirperverlik alanıyla, konuşmalarla serginin parametrelerini genişletmek, ürünü sürece çevirmek. Herkese alan var, herkese yer var, herkesin kendi insiyatifleriyle projelerini yapmalarına yer var.

ED: Bienal kapsamında misafir olarak mı?

VK: Bir kısmı muhakkak.

ED: Başka sanat dallarına yönelik projeler var mı bienal kapsamında?

VK: Şu anda yok.

ED: Olacak mı?

VK: Olabilir, bunlar fon sorunu, bilmiyorum. Baştan düşünüyorduk da ona göre mekanlarımız vardı. Şu anda o tarz mekanlar olmadığı için çok fazla zorlamaya gerek yok. Zaten o işi yapan bir sürü başka yer var.

ED: Bienal rutine mi girdi?

VK: Bütün bienaller rutine girdi. Çok az var koşullarını yeniden değerlendiren bienaller. Bunlardan bir tanesi de bizimki tabii ki.

ED: Ama dünyadaki bienallere göre çok yeni değil mi?

VK: İstanbul bienali mi?

ED: Evet.

VK: Hayır, en eskilerinden biri.

ED: Venedik’e göre mesela.

VK: Ama Venedik ayrı. Venedik, Sao Paulo, Sydney, ondan sonraki en eski önemlisi de İstanbul. Ondan sonra Johannesburg, Manifesta, Lion , Tiran, Prag... Say bitmez. Türkiye gibi bir yerde 9 bienal yapılmış.... Bayağı önemli bir durum. 20 yıla tekabül ediyor.

ED: Bir de bienal olma iddiası yoktu başta, ismi de farklıydı. Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanatlar Sergisi idi.

VK: Belliydi. İsminin bienal olmaması onların bienal olmadığı anlamına gelmiyor. Biz ise bir modeli kaydırmaya, değiştirmeye çalışıyoruz. Genel bienal yorgunluğunun, bıkkınlığını aşmaya çalışıyoruz. Bunu aşmak, yeni modelleri gerektiriyor. Kaçak oynayıp bienalin fildişi kulesine çekilmedik. Eleştiriler almak çok önemli. En doğrusunu biz yapıyoruz diye bir tavrımız yok. Öyle bir anlayışla girmiyoruz bu işe. Ama inandığımızı, düşündüğümüzü yapıyoruz, o kesin. Bu da eleştirel bir ortamı doğuracaktır ki doğursun. Münakaşa edelim, bienal tartışılsın.

ED: Tartışılıyor zaten.

VK: Evet, bence bu iyi bir şey. Bunun bir zararı yok. Çünkü tartışmak sahiplenmenin bir modeli.

ED: İstanbul Bienallerinden starlaşan sanatçı var mı?

VK: Her bienalde oldu.

ED: Türkler?

VK: Çok. 1997’de Rosa’nın sergisinde tabii ki Halil Altındere, tabii ki Kutluğ Ataman... Çok sanatçı var. Bunların kimi hazırdı, dayanıklıydı, dirençliydi. kimisi değildi, kimisinin belli ilişkileri vardı, kimisi hiç tanınmıyordu ama bienalin getirdiği o kombinasyon içinde,o görünürlüğü içinde tabii ki starlaşanlar oldu.

ED: Bu iyi bir şey mi peki?

VK: Yani... O sanatçıların sözlerinin duyulması adına, tartışılması adına iyi bir şey. Ama bienal söz söylemenin tek mecrası değil.

ED: İstanbul bienalinin dışarıdan, dünyadan görünüşü nasıl?

VK:. En önde gelenlerden bir tanesi. Venedik’ten sonra Güney Amerika, Latin Amerika’da, orayı topladığı için Sao Paulo, haklı olarak bütün kıta gidiyor oraya. Ama İstanbul, Avrupa’nın en önemli bienali. Tabii ki bölgenin de en önemli bienali.

ED: Bienallerde sanat bir kolektifleşme görüntüsü veriyor. Bir yöneten ve sanatçılar, birlikte hareket ediyorlarmış gibi ama aslında öyle değil galiba.

VK: Yok canım. Herkes işini yapıyor, o kadar. Yani ne kadar paylaşma alanı sunabilirsen o kadar paylaşılma olasılığı var tabii ki. Bizimki biraz farklı oluyor çünkü insanlar burada uzun süre kalıyorlar

ED: Venedik Bienali var bir de şimdi. Hüseyin Çağlayan’la katılıyoruz. Tek sanatçı... O da tartışılan bir şey.

VK: Tek sanatçı olması çok iyi bir şey. Kesinlikle.

ED: Neden?

VK: Bir nevi ulus pavyonu gibi gidiliyor bu kez. Bu serginin tabii ki tek sanatçıyla olması lazım. Bir yoğunluk sağlanması gerekiyor. O yoğunluğun da belli bir metrekarede belli bir alanda sağlanması gerekiyor. Bunu üç beş sanatçıyla sağlamaya imkan yok. Bence doğru bir şey yapıyorlar tek sanatçıyla katılmakla. Hüseyin Çağlayan da yeterince tanınan ve medyatik bir isim. Bir duruşu var. Türkiye’nin şu anki yurtdışı promosyonuyla örtüşen bir isim.

ED: Ne gibi bir promosyon bu?

VK: Şu anda, AB süreci içinde Türkiye’nin yurtdışındaki tanıtımına çok önem veriliyor. Kültürel anlamda da. Kültür derken, sadece tarihsel değil güncel kültür. Tarihin de olması lazım ama o başka bir şey. Bu anlamda sanatçıların ve sanat ortamının araçsallaştırması var. Venedik seferi başka seylere hizmet ediyor. Ben 94’te Sao Paulo’ya gittim Türkiye’yi temsil etmek için Hale Tenger’le. Dışişleri Bakanlığı ki bu işleri yapmakla sorumlu olan kurum, kuruş vermedi. SCCA ağının tuttuğu bir otelde birilerinin yanına sığındık. 1998’deki Sao Paolo Bienali’nde de hem Türkiye bölümünün küratörüydüm hem de Ortadoğu eş-küratörü , sergiden iki hafta önce, Dışişleri Bakanlığı 180 derece dönüp yardımını esirgedi. İstenilen yardım da sanatçının uçak bileti ve taşıma masrafları sadece. Onu da vermediler. Brezilya’dan aldığım fonu oraya yatırdım. Aramızda da paraları paylaştık öyle gittik. Böyle oluyordu bu işler. Onun için bugünler bana mucize gibi geliyor. Yıllarca Türkiye’yi cebimizden taşıdıktan sonra.

ED: Şimdi bir Focus sergisi var Berlin’de. Geçen gün bir gazetede Gülsün Karamustafa’nın röportajı vardı. İşler çekilmiş. Fulya Erdemci, Erden Kosova ve siz de metinlerinizi çekmişsiniz. Neden öyle oldu?

VK: O sergiyle ilgili çeşitli sorunlar vardı. Türkiye sanatçılarına eşit davranılmaması; sanatçılara kendi içlerinde eşit davranılmaması; çıkar çatışması; etik kırılmalar, vs.

ED: Bu bilinmiyor pek ama, o gazetenin röportajında da yoktu.

VK: Gazete haberi mahvetmiş aslında. Gülsün Karamustafa’nın kariyeri hakkında bir yazıya çevirmiş. Halil Altındere’nin söyledikleri tahrif edilmiş. Çok önemli bir konu avamlaştırıldı,

ED: Başka bir yerden sorayım şimdi de. Saatchi resmin zaferini ilan etti tekrar geçenlerde. Başa mı dönüyoruz?

VK: Yok canım! Hikaye bunlar. Zombi dirilmez ki! Yeniden ziyaret eder sadece.

ED: Yine çıkarları doğrultusunda bir şeydi bu herhalde...

VK: Saatchi’yi ciddiye almak mümkün değil. Ciddi bir koleksiyoncu da değil, spekülatör. Arada bir piyasa sıkışınca, resim “geri döner” sanki gitmiş gibi. Almanya yaşandı son zamanlarda mesela. Kimse fotoğrafın dönüşü, videonun dönüşü, heykelin dönüşü ya da ne bileyim kavramsal sanatın dönüşü diye şeylerden bahsetmezken... Bugünün sanatı malzemeyle yapılan bir sanat değil, sanırsınız ki fırça ile tuval üzerine yapıldığı zaman sanat oluyor.Resmin kendisi de zaten kavramsal bir süreç. Gittikçe piyasa ile kamusal alan, sanat fuarı ile bienal birbirinden ayrılıyor her ne kadar fuar ve piyasa kendini meşrulaştırmak, tazelemek için öte tarafın enerjisini temellük etmek zorunda kalsa da. Özellikle Amerikan ve Alman sanat piyasası şu anda izole bir şekilde resme yoğunlaşmış durumda. Neyse, bu uzun bir konu.

ED: Ama şimdi taraf olarak bakmak gerekirse, bir koz verilmiyor mu ellerine? Güncel sanatın kullandığı kavramlara bakıyoruz, “öteki”, “ötekileşme”, “kimlik”, “kimliksizlik” var sürekli yinelenen.

VK: Yok canım, niye öyle diyorsun ki? Bunlar üretimin gidişatını belirlemiyor. 1980’lerin sonundan itibaren çok belirleyiciydi bu kavramlar ama bu yıllarda çok daha farklılaşan, bireyselleşen bir üretim var. Kimlik politikasıyla resim yapan da çok oldu. Benim resimle olan bir problemim, resmin geçmişle çok fazla boğuşarak sürekli kendi içine bir sınırlama dürtüsü koyması. Resmin direncini neye bağlıyoruz? Sanatın dışında yani, nereye bağlıyoruz? Kimse artık alçı heykel yapmıyor alçı oldu, taş oldu, demir oldu, çelik oldu, alüminyum oldu, fiberglas oldu, polyester oldu. Sanat yeni teknolojiyle sürekli olarak kavuşuyor. Bu gidişin içinde bez, boya gibi bir sabitlenme, tarihsel anlamda da sabitlenme var ve yok. Her şeyin içinde bir hız – yavaşlık olgusu da var. Ama buna rağmen resme verilen özel önemi hiçbir zaman anlamadım açıkçası. Bu anlamda Saatchi tartışması girmek istemediğim bir şey.


rh+ sanat dergisi S 19